Kentimizden de gelip geçen akillerin en belirgin özellikleri, üzerlerine birer “aydın” elbiseleri giymeleri, insanları sürekli “ben her şeyi bilirim” bakışlarıyla süzmeleri ve ne sorarsanız sorun kendi kafalarındaki doğruları akademik bir dille anlatma çabasına girmeleriydi.
O halde biz de, onlar kadar karmaşık cümleler kullanmadan ama akademik referans kaynaklarından da yararlanarak soralım ve açıklamaya çalışalım: Akiller yani bize akıl verenler aydın mıdırlar?
**
Ünlü Fransız düşünürü Jean-Paul Sartre, “Aydınlar Üzerine” isimli eserinde “aydın” kavramını enine boyuna sorgular ve inceler.
İşe aydın dediğimiz bireyin tarih sahnesine çıkışını anlatmakla başlar.
Burjuvazi sınıfının ortaya çıkışına kadar, düzenin bekçiliğini yapan ve derebeyleriyle halk arasında bir köprü vazifesi görenin bilgiyi elinde tutan kilise adamları olduğunu, burjuvazinin siyasi ve ekonomik gücü eline geçirmesiyle kendi “düzen bekçilerini” yarattığını söyler.
Bunlara “pratik bilgi uzmanı” adını verir. Burjuvazi; ekonomik yaşamın her alanında ihtiyacı olan teknisyenleri seçer, eğitir ve ayıklar. Onları iki görevle kuşatır: Araştırma uzmanı olmaları ve egemen sınıfın iktidarının bekçileri olmaları.
Dolayısıyla burjuvazinin yarattığı “aydın”ın, doğası gereği çelişkiler içinde olduğunu savunur. İçinde yaşadığı toplumun gerçekleriyle hizmet ettiği egemen ideoloji arasındaki bir çelişki…
İşte gerçek aydın, bu karşıtlığın bilincine varan insandır.
Diğerleri “sahte aydın”dırlar!
“Gerçek aydının işi zordur, çünkü yalnızdır.”
“Kimse tarafından görevlendirilmemiştir.”
“Otoriteye hizmet etmeyi reddeder.”
Sartre’a göre, aydının en büyük düşmanı “sahte” veya diğer deyişle “sözde” aydındır.
Çünkü “sahte aydın da, bir aydınmış gibi davranır ve tıpkı onun gibi egemen sınıfın ideolojisini sorgulamakla işe başlar. Ama bu düzmece bir sorgulamadır.”
“Sahte aydın gerçek aydın gibi “hayır” demez, “hayır ama…” yı, “biliyorum ama yine de…” yi diline dolamıştır.”
“Evrensel sözde aydının işidir, gerçek aydın tedirgin eder.”
“Aydının önünde tek bir yol var; o da toplumu ezilenlerin bakış açısından ele almak.”
“Aydının işi, herkes adına çelişkisini yaşamak ve herkes için bu çelişkiyi köktencilikle aşmaktır.”
Aydının çelişkilerle donatılmış bir birey olduğunu savunan Sartre, bu çelişkileri aşabildiği ve içinden geldiği topluma yakınlaşabildiği ölçüde ve buna cesaret edebildiğinde aydın olabildiğini söyler.
**
Daha çağdaş ve daha bize yakın birine kulak verelim: Filistinli bir ailenin çocuğu olan Edward Said.
Said, “Entelektüel” isimli eserinde aydını şöyle tanımlıyor:
“Yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüşünü ve tavrını temsil etmekte ısrar eden bireydir.”
Said de Sartre gibi aydının “otoriteye ve iktidara hizmet etmeyi reddeden” biri olduğunu vurguluyor.
“Aydın” diyor, “hiçbir kahramana inanmaz.”
**
Mussolini döneminin neredeyse tamamını hapishanede geçiren İtalyan siyaset felsefecisi Antonio Gramsci ise, aydın işlevi görenleri iki tipe ayırıyor:
Birincisi, nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel aydınlar, ikincisi ise aydınları çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik aydınlar.
**
Bertrand Russell’ın “İktidar” eserinden ve Amin Maalouf’un düşüncelerinden de söz edecektim ama yazıyı fazla uzatmak istemiyorum.
Ortak sonuç şudur ki, gerçek aydın, halkın sesine kulak tıkamaz.
Hem ifade özgürlüğünden dem vurup hem görüşünü belirtmek isteyenleri def etmez.
Ne için yola çıktığını ve yolun sonunda neyle karşılaşılacağını bilir.
İçinde bulunduğu çelişkilerden egemen sınıfın değil, toplumun çıkarından yana duruş alır.
**
Peki sorumuza gelelim, akiller aydın mı?
Bu soruya yanıt yerine yazımı yine Sartre’la bitireceğim:
“Hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikayet edemez, çünkü ne ektiyse onu biçmiştir.”