Türkçeyi mahvettim biliyorum da, ‘Aykırı Kumpanya’ yı izlediğimden beri hissettiklerimi en iyi özetleyen ifade bu. Ya da daha iyisini şu an bulamıyorum.
Cuma akşamı Manisa Lale Salonu’ndaydım. Ve bana öyle geldi ki, olunabilecek en doğru, en keyifli yerdeydim.
Hepinizin bildiği, tanıdığı ve partizanlığı vicdanının önüne geçmemiş olanların sevip, saydığı Enver Aysever, oldukça iyi, uyumlu, başarılı bir ekip kurmuş ve ortaya izlenmeye değer bir gösteri çıkmış.
Yaklaşık 2 saat boyunca, kah iffetsizliği göze alıp kahkahalar attım, kah duygulanıp ağladım. Buruk gülümsemelerim de oldu, ‘vay be’ dediğim anlarda. En önemlisi de, bir yüzleşmeydi kendi adıma.
44 yıllık ömrümde daha öncelerde hiç bilmediğim bir duygu olan öfkenin, son 2-3 yıldır içimde oluşmuş ve büyümüş olduğunu fark ettim. İlk anda beni rahatsız eden bu yüzleşme, üzerinde düşündükçe gayet normal ve doğal göründü gözüme. Hatta, şu yaşadığımız dönemde öfkelenmemek anormal galiba.
Vicdanla cüzdan arasında sıkışmamış olan ve insanlığını siyasi tercihinin üstünde tutan her normal insan öfkeli bugünlerde. Ve benim uyduruk deyiyimimle aykırmak istiyor. Aykırı durmak yani ve bunu da ilan etmek cümle aleme. ‘Onlaaar’ danım demek.
Malumunuz, aykırı düşmek az sayıda insan için cazip, büyük çoğunluk içinse korkutucudur. Aykırı olmayı cazip bulan ve hatta mesleğinin gereği aykırılık olan bazı insanlar vardır.
Biz onlara gazeteci deriz.
Ve fakat ‘Alo Fatih’leri yadırgamayan bir topluma dönüştürüldüğümüz için, aykırı sorular soran bir gazetecinin, gayet iyi yaptığı işinden kovulmasını da kuzu kuzu seyrettik. Ha ne yapabilirdik? Düşünülse çok şey bulunur elbet, ilk anda akla gelen, o kanalı telefon, faks, mail bombardımanına tutabilirdik. Çağımızın en güçlü silahının elimizdeki uzaktan kumanda olduğunu hatırlayabilirdik. Reytingle yatıp kalkan medya patronlarının içinde ‘Alo sesiniz gelmiyor’ diyebilecek cesarete sahip birileri de vardı belki. Biz onları yüreklendirebilirdik.
Enver Aysever yazık ki ne ilk, ne son, ne de tek.
Oysa ki bu cumhuriyetin kurucusu, ‘Basın özgürlüğünü sınırlayacak tek şey, basın özgürlüğünün kendisidir’ demişti neredeyse yüz yıl önce.
Yüz yıl sonra geldiğimiz nokta;
Eli kalem tutan yazarlar çizerler, yazdıkları çizdikleri her şey için, önce bir durup düşünme ihtiyacında ve ‘aman büyüklerimizi kızdırmayalım’ hesabında. İstibdat Döneminde bile görülmemiş bir tahammülsüzlük hakim çünkü.
Millet olarak çağlar boyu, kaan, hakan, hükümdar, bey, paşa, padişah ve nihayet cumhurbaşkanı gördük, aralarında en baskıcı olanının 2. Abdülhamit olduğu söylenir. Döneminde sansür, jurnal had safhadadır. Lakin o dönemde bile konuşan, konuşabilen hiç yoksa Karagöz – Hacivat, Pişekar - Kavuklu vardır. Özellikle Ramazan gecelerinde kızlı erkekli gidilip, onların ince hicivlerine beraberce gülünür. Padişah’da bunu pekala bilir, görür. ‘Tiz yasaklana’ dememiştir.
150 yıl sonra bugün, muhalifsen yandın, aykırıysan kovuldun. Kendinin aykırı olması şart değil ha, aykırı sorular sorman bile yeterli.
Gösterisinde Enver Aysever’in de dediği gibi, hazırlanmış olan cevapları önceden alıp, o cevaplara göre soru hazırlayabiliyosan, şahane gaztecisin.
Bi de bütün dünyada medyanın değeri yayınladıkları ile ölçülür, prestij ve kazanç ona göre artar ya da eksilir ya, bizde bunun tersi. Aslolan yayınlamadıkların. Yayınlamadıkların sayesinde köşeyi dönebilir veya ‘hay ben böyle gazteciliğin’ deyip meslekten soğuyabilirsin.
Gelecek yıl, 10 Ocak’a ilişkin naçizane önerim, çalışan gazetecilerle beraber, hapiste olduğu için çalışamayan ve muhalif olduğu için çalıştırılmayan gazetecilerin gününü de kutlayalım. Ne dersiniz? Onların sayısı daha fazla çünkü.
Neyse, kuvvetler ayrılığının ne olduğu konusunda hiç bi fikri olmayanlara 4. Gücün önemini anlatmak ne mümkün. O nedenle geçelim bu konuyu ve gösteriye gelelim.
Her şeyden önce biraz nostalji vardı. Sonra ülkemizin acı gerçekleri, bununla beraber tatlı anıları, ilginçlikler, sevimlilikler. Yürekli, cesur, muhteşem insanların kısa kısa öyküleri, onların yaşamlarından kesitler, yarattıkları mucizeler, efsaneler. Vermiş oldukları mücadeleler, ortaya koydukları eserler, şiirler, çekmiş oldukları acılar, yokluk, yoksulluk ve yoksunluklar. Özetle, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ . Yanında kitap, şiir, şarkı, ağıt, türkü, sohbet. Davulda da Enver Aysever.
Kendiyle dalga geçermiş geçen yıl, ‘Bir gün kovulursam hiç yoksa davulcu olurum’ diye. Olmuş sonuçta. Ama hakkını vermek gerekirse, davulcudan fazlası olmuş. Profesyonel bir meddah izlediğimi düşünüyorum sahnede. Aynı zamanda bir şair, bir yazar, bir sosyolog, bir fikir adamı, bir müzisyen. Yaşadığı toplumu iyi analiz eden, iyi ve kötü yanlarını görüp fikrini cesurca bazen apaçık, bazen ironiyle söyleyen, bir çok büyük değerimizi unutmayıp hatırlayan ve bize de hatırlatan biri. En az ekrana yakıştığı kadar, sahnedeye de yakışmış.
Aykırı Kumpanya, Manisa’ya bir kez daha gelir mi bilmem, ama yakınımızda bir yerlere geldiğinde gidin derim arkadaşlar.
Normalde bu yazı burada bitecekti. Fakat birkaç paragraf üstte yer alan Türk Medyasının içler acısı haline ilişkin düşündüklerimi yazdığım esnada tam, cuk malum operasyon gerçekleşti. Yine bi aykırmak istedim.
Hayaldi gerçek oldu diyorlar ya, benim adıma hayal bile değildi gerçek oldu. Kafamda evirip çevirdiğim esnada cemaat medyasını savunurken yakaladım kendimi.
ERGENEKON’daki vicdansız tutumları, GEZİ’deki feryadı duymamaları ve daha bir çok günahları affedilir gibi değil gerçekten. Ama bununla birlikte, eğer söz konusu olan fikir beyan etmekten öte bir suçu olmayan insanlara göz göre göre haksızlık yapılıyorsa buna karşı durmalıyız. Vakti zamanında onlar durmamış olabilir ama ‘Oh Olsun’ vakti değil.
İçlerinde somut bir suç işlemiş olanlar varsa yargının vereceği karara saygılıyız elbet, fakat sadece muhalif diye birileri susturulmaya çalışılıyorsa bu kim olursa olsun, hakkını savunmak üstümüze vazifedir.