“Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.”
Benim de dalgınlığıma geldin oturdun gece vakti Didem. Ah’lar Ağacı’nda vasiyet ettiğin gibi dalgınlığıma geldin ve gitmek bilmiyorsun gecenin ıssızlığında. Üstelik kaybolmuyorsun da, raftan indirip tekrar tekrar okuduğum şiirlerinde ben kayboluyorum…
Sana Didem diye sesleniyorum ama keşke yüzüne karşı seslenebilseydim. Aramızda bir dağ varken sadece ve hemen şuracıkta, İzmir’de yaşıyorken sen, tanışabilseydik seninle. O suların bastığı bodrum katında geçirdiğin 3 yılı dinleseydim senden, ‘yangın merdivenlerine’ grapon kağıtları assaydık birlikte.
Hep kendime kızıyorum. Neden ıskalıyorum diyorum böyle insanları. Neden yanı başımda yaşarken fark etmeyip keşfettiğimde ölmüş oluyor böyle güzel insanlar? Yusuf Atılgan’da da aynı şeyi yaşamıştım. Ama o benden önceki nesildi, öldüğünde ben daha ilk gençliğimi yaşıyordum ve o çoktan Hacırahmanlı’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşmişti. Ama sen? 4 yaş var aramızda sadece, yaşasaydın 45’inde olacaktın ve belki ben o güzel şiirleri okuduktan sonra en azından bir mail atacaktım sana. Ah çektim o yüzden şiirlerini tekrar okurken.
“Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah.. dedim sonra
Ah!”
İnsan 41 yaşında gider mi bu dünyadan? Üstelik şairken ve 13 yaşında kaybettiğin annenin-o her özlediğinde şiir yazdığın annenin- adını verdiğin çocuğunu küçücükken ve şiirlerini ve sevenlerini büyütürken günden güne, gider mi bir insan? Siz neden böyle gidiyorsunuz erkenden? Sen, Tezer Özlü, Nilgün Marmara, kadın işbirliği midir bu nedir? Hani bir söyleşinde diyorsun ya; “Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında” bu da onunla ilgili bir şey mi? Edebiyat erkek tekelinde, biz yüzyıllık erkek edebiyatında yazılanları 30 yıllık, 40 yıllık ömrümüzde yazar ve çekip gideriz mi diyorsunuz yani nedir?
“Siz aşktan n’anlarsınız bayım?” derken biliyorum, yalnız aşktan değil, ne çok şeyden anlamadığımızı vuruyorsun yüzümüze.
“Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerini okşadım.”
Böylesini bilmeyiz belki hakkın var.
“Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!”
Diyorsun ama aşkı, hayatı, şiiri, balkon demirinden sarkan sıkıntıyı, acıların başını okşamayı, uzakların da aşktan anladığını bilenlerimiz vardır elbet. Kırmak istemem seni.
“Kim bir şairi kırsa
Şair gider uzun bir dizeyi kırar mesela
Bilirim kim dokunsa şiire
Eline bir kıymık saplanacak.”
Ne şairi kırmak isterim, ne şiire dokunmak. İstemem saplanmasın kimseye bir kıymık…
Ama hayat bu kadar yormasaydı seni keşke. Bu kadar erken veda etmeseydin de ezberletmeseydin şiirlerini, yenileriyle tanışsaydık sürekli. ‘Yaşlandığın vakit şiirinin değişebileceğini’ düşünüyordun. Yaşlansaydın da değişseydi her şey. Şiirin, bir türlü çözemediğin meselelerin, meselelerimiz, her şey değişseydi…
“Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.”
Hiç hoşuma gitmiyor böyle şeyler, iyiler erken ölür derler evet, ama iyi şairler bu kadar erken ölmemeli. Yaşlanmalılar, yaş aldıkça şiirleri de yaş almalı, yeni renklere bürünmeli, yeni hazlar vermeli. Orhan Veli 36 yaşında ölmeseydi kim bilir neler üretirdi daha? Sabahattin Ali senin gibi 41 yaşında göçüp gitti. Nilgün Marmara 30’unu bile göremedi.
“Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat”
Bir roman yazmaya başladığın gece için şiir yazdın da keşke yazdığın romanları da okuyabilseydik.
Her 24 Temmuz ülkemin sınırlarının çizilmesini kutluyoruz. Senin öldüğün gün de öyle yaptık 4 yıl önce. Kimimiz Lozan’ı kutladı, kimimiz Basın bayramını. Senin dünyan son sınırına varmıştı oysa, çizginin ötesine geçme vaktin gelmişti, geride şiirlerini bırakarak.
Ben de bu Temmuz’da seni anmak istedim sadece. Aldım şiirlerini tekrar okudum.
“İki sigaram kaldı bu gece için
Yüzyıl yetecek çocukluğum”
O iki sigarayla da bu yazıyı yazdım işte. Gerçi mektup oldu daha çok ve senin dizelerinle bitireyim madem;
“Bu mektup,
Rutubetli selamlarla doludur.”
*Koyu yazılan dize veya cümleler Didem Madak’ın şiirlerinden ve söyleşilerinden alıntıdır.
*Didem Madak- Grapon Kağıtları. Metis Yayınları
*Didem Madak- Ah’lar Ağacı. Metis Yayınları
*Didem Madak- Pulbiber Mahallesi. Metis Yayınları
*Didem Madak’la Söyleşi. Varlık Dergisi 1Ekim 2002, (edebiyathaber.net sitesinin 23 Temmuz 2012 tarihli yayınından)
*Didem Madak Röportajı. İzdiham.com sitesinin ‘Öküz’ dergisindeki röportajın yayını.