ENGİN TOPUZ- Uzatma dünya sürgünümü...

“uzatma dünya sürgünümü” 1. Sağ ayağıyla çıktı bankadan her zamanki gibi. “Her zaman böyle mi yapıyorum? Ne tuhaf! Demek ki insan her şeye alıştığı gibi, parça parça uzuvlarımız da her yeni duruma kısa sürede ayak uyduruyor. Ya sabah? Sabah da sağ a

Abone Ol

“uzatma dünya sürgünümü”

1.

Sağ ayağıyla çıktı bankadan her zamanki gibi. “Her zaman böyle mi yapıyorum? Ne tuhaf! Demek ki insan her şeye alıştığı gibi, parça parça uzuvlarımız da her yeni duruma kısa sürede ayak uyduruyor. Ya sabah? Sabah da sağ ayağımla mı girdim acaba? Hah bir bu kalmıştı düşüneceğimiz!” Alçak topuklarının üstünde boyunu uzatmak istercesine yüzünü göğe dönerek yöneldi meydana. “Güneş de ben buradayım diyor. Öğle sıcağı bastırmış. Bakalım nasıl geçecek bu öğle arası. Hadi hayırlısı.” Sabah saatlerinde bir ara bastıran yağmurun bıraktığı su birikintisine nerdeyse bileklerine kadar inen eteğinin değmemesi için dikkatli adımlarla yürüdü.

Güneş etkisini arttırmış; öğle tatili koşuşturmasındaki insan kalabalığının üstüne bir ara bulutlara bıraktığı egemenliğini tekrar kurmanın hoyratlığıyla, bir ateş gibi çökmüştü. Oysa İzmir de Konak Meydanı da alışkındır güneşin yakıcılığına. İzmirliler güneşten de soğuktan da kaçmazlar. Onların tüm meselesi iklimden, hayattan kaçış değil, aksine bir yakalama telaşıdır. Yaşamın tadını çıkarma, kederin üstünü çizme çabasıdır. Edindikleri dertler de, hedefledikleri zaferler ve coşkular da güneşin sultasını aşar. Sabah saatlerinde yarım saatten az süren, bardaktan boşanırcasına yağıp bıçak gibi kesilen yağmur da, bu yakıcı güneş de etkilemedi o yüzden insanların günlük koşuşturmalarını.

“Nerde bu gözlükler? İnşallah içerde unutmamışımdır. Şimdi onun için dönersem hemen bir iş tutuşturuverirler. Zaten zor çıktım. Hah şurdaymış. Boşuna alay etmiyorlar erkekler kadınların çantalarıyla. Ne ararsan var ama ne nerde belli değil.” Çantasından güneş gözlüklerini çıkarıp yavaş hareketlerle, güneşten kaçırıp öne eğdiği kısık gözlerine yerleştirdi. Yavaş adımlarla yürüdü. Sakin ve huzurlu görünmesine karşın kafası karmakarışıktı. “Hadi bakalım kızım, nasıl atlatacaksın bakalım bu vartayı?” Üç gündür bugünü düşünüyordu. O notu aldığından beri. Kafasını, yüreğini allak bullak eden o cümleleri okuduğundan beri ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Adımlarının yavaşlığı da sakinliğinden değil son veremediği kararsızlığındandı. “Kararsızlığa yer yok, kararsızlığa yer yok!” diye söylenip duruyordu kendi kendine. “Kararsızlığın zamanı değil artık. Bu öğle arasını burada geçireceğim ve sonra dönüp hayatımın geri kalanına bıraktığım yerden devam edeceğim. Gelse de gelmese de. Gelirse, benim yaşadığım çaresizliği ve yıkılmışlığı o da yaşayıp yıkılıp gidecek ve ödeşmişliğin huzuruyla döneceğim sakin hayatıma. Gelmezse, içimdeki son kırıntıyı da ezip arkama bakmadan gideceğim.” Bu kadar kolay değildi oysa. Kolay olmadığını o elektronik postayı aldığı andan beri biliyordu. Üç gün önce iş yerinde maillerine bakarken görmüştü. Tanımadığı bir adresten geliyordu. Ama okuyunca tanıdı göndereni.

            “ Sana aidim. Yalnız sana. Bundan eminim artık. Ne başka dünyaların ne başka inançların... Beklediğin ama gelmediğim yerde olacağım. Perşembe günü saat 1’de... N’olur gel!”

“Beş yıldır nerdeydin!” diye bağırmak gelmişti içinden. Bağıramamıştı. Çığlığını yüreğine, geldiği yere yollamıştı.

Yalı Camii’ne doğru yürüdü. Caminin çevresinde, saat kulesinin önünü en iyi açıyla gören bir bankı gözüne kestirdi. Şansına bank boştu. Oturdu ve gözlerini gelip geçen insanların arasından saat kulesine dikti. “Beklediğim yerde olmayacağım beyim, sen beklediğim yerde olacaksın ve ben buradan senin çaresizliğini izleyeceğim. Yıllar önce benim bıraktığım çaresizliği kucaklayışını seyredeceğim. Seni bekleyen benim yalnızlığım, terk edilmişliğim olacak, ben değil. Gelmezsen de şaşırmayacağım, seni başka dünyalarına, başka inançlarına bırakıp, okkalı bir küfür savurarak çekip gideceğim.”

Gönderdiği notu o kadar çok okumuştu ki, her harfini kazımıştı beynine. Beş yıldır unutmaya çalıştığı ve artık geride bıraktığını sandığı günler somut bir şekilde dikilmişti karşısına. Görüntüler uyutmuyordu onu. Önceleri umutla beklediği bu haber, şimdi öfkeyi doğurmuştu içinde. Öfkesi kendineydi. Bu kadar sevmesineydi, başkasını böyle sevememesineydi. Sevginin ne olduğunu bile artık bilemez duruma sokmuştu onu. Sevgi, aşk böyle bir şey miydi? Umutsuzca beklemek, çaresizlikle baş etmek, geldiğinde öfkeyle karşılamak mıydı? Bütün acıları silip koşabilmek miydi, yoksa hesap sorabilmek mi? Başkasını hayatına sokamamıştı. Sevmenin başka halini bilmiyordu. Bir kere sevilir ve böyle sevilirdi herhalde. Benliğimize ördüğümüz duvarlar ve koyduğumuz kalkanlar olmadan sevdiysek ve acı çektiysek, sonra yükselen o duvarlara kimseyi sokmazdık artık. Hatta önce sevdiğimiz ama sonra bizi çaresizlikle ve yalnızlıkla baş başa bırakan eski sevgiliyi bile. Ne yapacağını bilmiyordu. İlkti çünkü. Onunla geçmişte yaşadıkları gibi bu yeni durum da bir ilkti. Yabancı bir durumdu. Delice sevdiğini söyleyip haber vermeden, telefon etmeden, not bırakmadan çekip giden bir adamın beş yıl sonra sana aidim diye dönmesi ve yalvarması yeni tanıştığı bir durumdu. Beklemeyi seçti o yüzden. Oraya gidip beklemeyi... Aklını da yüreğini de yanında götürüp beklemeyi seçti. Onu oraya aklı mı yüreği mi götürdü bilmiyordu ama aklının sesini dinlemeye zorluyordu kendini. Öfkesinin sesi, hasretinin sesinden daha çok çıkıyordu.

“Bana aitmiş! Bundan eminmiş artık! Lafa bak! O zaman da emindin? Ruhunun bedenini alıp alıp götürmeleri benimle bitecekti artık ya? O bu kente, bu ülkeye sığamamalar, çekip gitme nöbetleri, ‘hep bir gitme dürtüm vardır benim’ler benimle son bulmuştu hani? Daha yirmisine basmadan bir yolu bulup gidilen Afrikaların, Uzakdoğuların,  ruhu esir alan çöl tutkusunun sona erdiğinin resmiydim ben? Ruhu yeşermiş benimle! Kim bilir ne cehennemleri dolaştın da geldin bu limana? Yalnız bana aitmiş! Ait olan hep bendim sana! Şerefsiz! Ulan o şerefsizse sen de kafasızın tekisin be! Hem söylen, öfke nöbetine gir, hem de oturup burada paşa paşa bekle! Daha görür görmez kollarına atılmazsan iyi! Yok daha neler! Bekleyeceğim, çaresizliğini görüp gideceğim. Vicdanımı, ruhumu yıkayıp arınacağım. Arınmak için en uygun yerdeyim. Adaşım hatunun yaptırdığı caminin önünde.” Camiyi yaptıran Ayşe Hanım gelince aklına, kalın dudaklarını sessizce kıpırdatarak hızlıca bir Fatiha okudu. Ayşe Hanım’ı, Katipzade’leri düşündü. 18. yüzyılda İzmir’in en önemli ve en güçlü ailesinin İzmir’in birçok semti gibi şu an bulunduğu meydanın da tamamına sahip olduğunu buradaki insanların çoğunun bilmediğini düşünerek gülümsedi. İsmini bile Katipzade ailesinin buradaki konaklarından alan meydanın etkileyici binasına, bir zamanlar yerinde Katipzade Konağı olan Hükümet Konağı’na dikti gözlerini. Hayırseverliklerini minnetle andı. Gözlerini tekrar saat kulesine çevirdi. Oradan ayırmamalıydı kendini. İçinde bulunduğu durum hem komik, hem anlamlı geldi, gülümsedi. Ne kadar ayrı dünyaların insanları oldukları burada, bu meydanda bile açıkça anlaşılıyordu. Hayatlarını ayıran çizgiler somutlaşmış eserler olarak yanı başındaydı. Kendisi caminin önündeki alanda oturmuş, sırtını geleneğe yaslamıştı. Beklediği adam ise, onu modernliğin, uygarlığın sembolü olsun diye yapılan saat kulesinin önünde bekleyecek ve göremeyecekti. Görmemeliydi, içindeki yangına rağmen, her şey yeniden başlamamalıydı. İçindeki merakı gidermeli, kırılmışlığını onarmalı ve öfkesini de, sevgisini de burada bırakarak yeni kurduğu yaşamına dönmeliydi. İnançlarını büyüterek, ruhunu kapatarak kurduğu yeni yaşamına...

Gözleri saat kulesindeydi. Saate baktı: Bire çeyrek var. “Demek ki 15 dakikadır buradayım.”

Sen bana yeni yılsın her dakika

Her dakika bir yaşıma daha giriyorum”

Sezai Karakoç’un dizelerini anımsayınca ürperdi. O tanıştırmıştı kendisini usta şairin şiirleriyle. Sürekli Nazım’dan, Attila İlhan’dan şiirler okuyan birinin, birdenbire Sezai Karakoç’tan ezbere dizeler okuması şaşırtmıştı onu. Gözleri ellerine kaydı. “ Ben de en güzel bulduğun yer neresi?” diye sormuştu, dalgaların ayaklarını ıslattığı bir kumsal akşamında. Yanıtını,

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi...

Ellerinden belli olur bir kadın.

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların”, (*)

dizeleriyle almıştı. Mona Rosa ile de böyle tanışmıştı.

Kafasından bu düşünceleri atmak istercesine, elinin tersini boşluğa savurup, oturuşunu dikleştirerek tekrar saat kulesine dikti gözlerini. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. “Gerçekten denildiği gibi bu kulenin saati yapıldığından beri hiç durmamış mı acaba? O değil de benim kalbim durmaz inşallah! ” Bir yandan da endişeliydi. “Ya gelir de göremezsem?” Kalabalıktı çünkü. Her ne kadar saat kulesinin önünü net bir şekilde görüyorsa da, insanlar hareket halindeydi ve zaman zaman önünü kapatıyorlardı. Sonuçta gelince bir süre bekleyeceğinden emindi ve o sürede muhakkak göreceğini düşünüyordu. Hislerine de güveniyordu ayrıca.        “ Üzerimde kokusunu hissediyorum hala. Geldiğini anlamamam ve görmemem mümkün değil.”

1’e 10 var.

Yanından simitçi geçti. Simiti görünce açlığını hissetti. Satıcıya seslenip bir simit aldı. İkiye bölüp, gözü kule önünde yemeye koyuldu. İlk lokmayı almasıyla gözünden yaş aktı.

 

2.

Bir simitle başlamıştı aşkları. Doğrusu, tanışmalarına bir simit neden olmuştu. Foça’da fırından aynı anda ve birçok insanla birlikte simit alıyorlardı. Kalabalıktan bir an önce kurtulup dışarı atmaya çalışıyorlardı kendilerini. Ayşe elindeki simit kümesiyle insanların arasından geçmeye çalışırken simitlerden birini yere düşürdü. Yerden simiti alıp ona veren gözlerle karşılaşınca, o gözlerin derinliğinde yolculuklara çıkacağını, hayatının önce bir rüya sonra onulmaz bir hastalık gibi değişeceğini bilmiyordu. İki arkadaşıyla Küçükdeniz’e bakan kafede oturup simit ve çayla kahvaltı yaparken yan masada aynı gözlerle karşılaştığında bunun yalnızca bir rastlantı olduğunu düşündü. Oysa değildi. Otuzlu yaşlarında görünen, tıraşsız yüzlü, mavi gözlü bu kişi, onları izlemiş ve yan masalarına oturmuş, kahvaltı yapıyordu.

İnsanların birbirleriyle rahatlıkla tanışıp arkadaş olabildikleri, sohbet edebildikleri, özgürce hareket edebildikleri en uygun ve uygar kentlerden biri İzmir, İzmir’in bu anlamda en öne çıkan sahil şeridi Foça’dır. Deniz insanları birbirlerine yaklaştırır. Duvarları yıkar, ön yargıları eritir. Ruha serinlik verir, zihinlere genişlik. Denizin havası da maviliği de özgür kılar insanı.

Bu yüzden zorlanmadılar tanışmak ve arkadaş olmak için. Tanışmalarından birkaç saat sonra sanki çoktandır arkadaş gibiydiler. Uzun yürüyüşler yaptılar, öğle yemeğini balık-ekmek ve bol şakayla geçirdiler. Birbirlerine çabuk ısındılar. Akşam birlikte eğlenmeye karar verdiler. ‘Balıkçı’ da buluşmak üzere sözleştiklerinde güneş batmak üzereydi.

Ayşe üniversiteyi o yaz bitirmişti. Aydın’da yaşayan ailesinden izin almış, hem okulu bitirmenin şerefine, hem de iş hayatına başlamadan önce güzel bir tatil yapmak için, arkadaşı Serap ve Serap’ın kuzeni Nilay ile birlikte, Nilay’ın ailesinin Foça’daki yazlığına gelmişti. Arkadaşları gibi o da rahat giyimli, özgür tavırlıydı. Ancak bu görünüşüne rağmen kadın-erkek ilişkilerinde çekingen, mesafeli, bu yüzden de deneyimsizdi. Erkek arkadaşlarıyla çok rahat iletişim kurabiliyor, ancak iş duygusal mecraya aktığında başka biri oluyordu. Kararsız, tutarsız, kaygılı, zaman zaman dengesiz ve çoğu zaman kapalı ve anlaşılmaz. İzmir’de okumasına rağmen bu içe dönük ve engeller örülmüş yapısını aşamamış, bu yüzden hem erkek hem kız çokça arkadaş edinmesine, bir iki flört denemesine karşın, ciddi bir ilişki yaşamamıştı. Üstelik alımlı denebilecek bir güzelliğe de sahip olmasına rağmen, derinlerde koruduğu muhafazakar ruh engel oluşturuyordu. O yüzden yeni tanıdığı bu adamı da –üstelik kendisinden yaşça oldukça büyük görünüyordu- gelecek kurabileceği veya bağlanabileceği biri olarak değil, şurada kalacağı birkaç günde hoşça vakit geçirilecek insanlardan biri olarak görüyordu. Yine de etkileyici konuşmasını, delici gözlerini ve sıcak gülüşünü hatırına getirdikçe heyecanlanıyor ve ürperiyordu.

Üç kız, gece saat 10’da Balıkçı’ya geldiklerinde, barın dışındaki masalardan birinde Deniz’i oturur ve onları beklerken buldular. Adı Deniz’di. “Belki adımdan dolayıdır denizi bu kadar sevmem” demişti, gündüz balık-ekmek yerken.

“En büyük iki tutkumdan biri deniz, diğeri çöldür benim. Kışın kazandıklarımı yazın harcarım ben. Bazen Rodos’ta, Cebelitarık’ta, Marsilya’da, Antalya’da, bazen de Sahra’da, Gobi’de, Karakum’da... Ama illaki Foça! Her sene olmasa da iki senede bir mutlaka gelirim. Foça’yı ayrı bir severim. Burası bana huzur veriyor.”

“Ne iş yapıyorsun?”

“Makine Mühendisiyim. İstanbul’da bir şirketim var. Sene boyunca makinelerle haşır neşir olurum, yaz aylarında da doğayla. Tabi bu gidişle şirketi batırmazsam iyi! Çölde çay içtiniz mi hiç?”

Bu ani soruya üçü de şaşırmıştı. İlk yanıtlayan Ayşe oldu:

“Çöl mü? Çay mı? Senin bu deniz tutkun iyi hoş da çöl takıntın tuhaf geldi. Deniz ve çöl birbirine zıt şeyleri çağrıştırır bana. Çay içmeye çöle mi gidiyorsun yoksa?”

Gülüştüler. Deniz son lokmasını yedikten sonra aldı sözü:

“Aslında zıt şeyler değil. İkisi de insanın ıssızlığını ve yalnızlığını anlatır. İnsan denizin

ortasında da çölün ortasında da aynı yalnızlıktadır. Yalnızca biri sevimli ve iyimser görünür, diğeri tersi. Sorumu anlamadığınıza göre “Çölde Çay” filmini izlememişsiniz. Bence büyük kayıp! Bertolucci’nin en iyi filmlerinden biridir. Çölden bahsederken ve karşımda da üç kız olunca film geldi aklıma.”

“Filmde üç kız çölde çay mı içiyor?”

“Hayır, aksine filmde çölde çay içme sahnesi pek yok. Ama filmin uyarlandığı kitapta öyle bir bölüm var. Çölde çay içmeyi hayal eden üç kız anlatılıyor.”

“Film neyi anlatıyor peki?”

“Film, insanın yalnızlığını, yabancılaşmasını, ıssızlığını anlatıyor. Kadın-erkek ilişkilerine bir bakış atıyor. İlişkilerin nasıl koptuğunu, hangi süreçlerden geçtiğini ve sonrasındaki gelişmeleri anlatıyor. Tabi, mekan olarak seçilen Sahra’nın eşsiz görüntüleri, muhteşem müzikler, olağanüstü diyaloglar eşliğinde.”

Deniz’in hem konuşması, anlattıkları, hem de sıra dışı yapısı etkilemişti onları. Ama en çok Ayşe’yi etkilemişti. Henüz birkaç saattir tanımasına rağmen kendini ona çok yakın hissediyordu.

Deniz, “Balıkçı”’da ayağa kalkarak karşıladı onları. İçeride müzik sesinin yüksekliğinden yakındı, o yüzden dışarıya oturduğunu söyledi. Serap ve Nilay, Ayşe ile Deniz’in birbirlerinden etkilendiklerini sezmişler ve bu yüzden daha çok birbirleriyle sohbet ederek, onların daha rahat davranmalarına yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Zaman ilerledikçe sohbet koyulaştı, şarkılar birlikte söylendi, kahkahalar atıldı ve her Foça müptelasının yaptığı gibi, barın kapanmasına yakın, mekandan ayrılarak büfeden biralar alındı ve sahilde, deniz kıyısında, ay ışığının altına yerleşildi.

Serap kendini kötü hissettiğini ve eve gideceğini söyleyince, Nilay da onunla birlikte gitti. Ayşe kalmayı çok istiyordu ama yine de onlarla gitmeye davranınca, Nilay; “sen kal” dedi, “evi biliyorsun, anahtarın da var, istediğin zaman gel, keyfine bak.” Ayşe çok içmemesine rağmen biraz alkolün etkisi, biraz da Deniz’e karşı duyduğu heyecanla kaldı. Birlikte uzanıp az konuşarak gökyüzünü izlediler. Bir ara Ayşe:

“Neden yapıyorsun bunu?”  diye sordu.

“Neyi neden yapıyorum?”

“Bu alıp başını gitmeler, çöller, denizler? Normal bir iş stresi atma yolu değil bu. Bir kaçış mı, bir arayış mı?”

“Güzel soru. Belki bir kaçış, belki ikisi birden. Ama temelde bir dürtü bu bendeki. Bazen kışın ortasında da eser bana, kendimi Fas’ta falan bulurum. Küçüklüğümde de böyleydim ben. Ailem dizginlemekte zorlanırdı beni. İşime de bu yüzden dört elle sarılırım. Gezilerimi finanse etmek için.

“Hiç âşık oldun mu?”

“Oldum tabi. Ama karşıma çıkanlar ne Nazım’ın Piraye’siydi ne de Selahattin Pınar’ın Afife Jale’si. Çöldeki kumlar gibi birbirlerine benziyorlardı.”

Sustular. Ayşe kendini uzun zamandır olmadığı kadar huzurlu hissediyordu. Gecenin temiz havasını içine çekerek mırıldanır gibi konuştu:

“İnsan güzellikler hiç bitmesin istiyor, tekrarlansın, tekrarlansın…”

“’Çölde Çay’ ın sonlarında anımsadığım kadarıyla şöyle bir söz geçiyordu: "ne zaman

öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. Aslında çok az tekrarlar. Dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? Belki yirmi ama yine de her şey sonsuzmuş gibi gelir. "

Deniz, Ayşe’yi eve bıraktığında gün ışımak üzereydi.

**

Ertesi gün ve sonraki günler de hep birlikte zaman geçirdiler. Üç gün geçtiğinde Ayşe kendini ilk kez âşık olmuş ve ruhunu başka bir adamın ruhunda tamamlanmış hissediyordu. Başlangıçta onların ilişkisine bir oyun, kısa bir yaz eğlencesi gibi bakan arkadaşları, ilişkinin hızını ve seyrini fark ettiklerinde, Ayşe’yi uyardılar, eleştirdiler, gördüğünün bitmeye mahkum bir rüya olduğu konusunda direttiler, söz geçiremeyince de şiddetli bir tartışma sonrasında zaten bitmekte olan tatillerini keserek Foça’dan ayrıldılar. Ayşe de günlerdir gecelerinin çoğunu geçirmeye başladığı, Deniz’in kaldığı Büyükdeniz’e bakan Liberty Otel’e tamamen yerleşti. İngiliz Burnu, Orak Adası, Siren Kayalıkları’nda doyumsuz zamanlar yaşadıkları günlerin sonunda Liberty Otel, adı gibi yalnız kendilerine ait özgürlük alanları olmuştu onlar için.

Günlerini bir yandan Foça’yı Foça yapan yerleri gezerek, bir yandan sanattan, edebiyattan, filmlerden, dünyadan, aşktan, şiirlerden konuşarak geçiriyorlardı. Deniz, Foça’daki adaların isimlerini ezberletiyordu ona. Orak adası, İncir Adası, Fener adası… Siren Kayalıkları’na gittikleri gün, Homeros’un Odysseia destanında geçen sirenlerden, kuş vücutlu, kadın başlı yaratıklardan bahsetti. Esrarengiz sesleri, yaydıkları eşsiz müzik mırıltılarıyla, gemicilerin nasıl akıllarını başlarından aldıklarını, kendini müziğin çekiciliğine kaptıran denizcilerin nasıl rotayı şaşırıp gemilerini kayalıklara oturttuklarını, sirenlerin cazibesine kapılmadan geçip gitmek için kendilerini geminin direklerine halatla nasıl bağlattıklarını anlattı. O anlattıkça Ayşe Deniz’in içine giriyor, Ayşe dinledikçe Deniz kendini buluyordu.

Ayşe’yi ilk kez İngiliz Burnu’nda öptü Deniz. Âşık olduğunu, hayatını değiştirecek kadını bulduğunu söylediği akşam. Ellerinde Foça Karası şarabı, yürüyerek gitmişlerdi buruna. Yıldızlı gökyüzüne bakıp sohbet ederken, Deniz;

“Azizi Nesin’in şiir de yazdığını biliyor muydun?” diye sordu.

“Biliyorum ama hiç şiirini okumadım.”

“Sana olan hislerimi ve son günlerde yaşadıklarımı düşündükçe onun dizeleri geliyor aklıma:  

 Ya zamanından çok erken gelirim,

Dünyaya geldiğim gibi,

Ya zamanından çok geç,

Seni bu yaşta sevdiğim gibi.”(**)

 

Sonra gözlerinin içine bakarak devam etti:

 “Bu kez tam vaktidir diyorum Ayşe! Ne geç ne erken. Tam zamanında çıktın karşıma. Gözlerinde, karşılaştığımın mutsuzluk değil mutluluk olduğunu görüyorum. Seni seviyorum!

Hemen ardından, son sözcüklerini ruhuna üflemek istercesine, dudaklarını Ayşe’nin dudaklarıyla birleştirdi.

Bir süre sessiz kaldıktan sonra Ayşe, “ bir şey soracağım” dedi:

“Beni ilk gördüğün gün, gerçekten masum duygularla mı gelip tanıştın, yoksa beni her limanda yaşanan isimsiz bir anı gibi mi görüyordun?”

“Ben bir sürgünüm Ayşe. Kendi yüreğimin, arayışımın sürgünüyüm. Savruluyorum bir halden ötekine, bir rüzgârdan diğerine. Med cezirlerim bitmiyor. O kadar çok yerde, o kadar çok insan tanıdım ki, seni ilk gördüğüm an “budur” dedim, “bu kadındır benim sürgünümü bitirecek olan.” Bir histir bu yalnızca. Anlatılamaz, anlatılsa da anlaşılmaz. Sezai Karakoç bir şiirinde der ki, “ ey sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim”. Dünya sürgünümü bitireceğimi gördüm sende.”

Liberty’e döndüklerinde, bir çanta verdi Ayşe’ye. “Bunu sana aldım,” dedi, “bu günün anısına.” Şaşırdı Ayşe, bakakaldı çantaya. Bordo renkli, görünüşü çok büyük olmayan ama belli ki, içi oldukça geniş bir çantaydı.

“Biliyorum, biraz sıra dışı bir armağan oldu. Çünkü böyle bir günde, bir yüzük veya başka bir şey alınır genelde. Üstelik paket de yaptırmadım. Çünkü armağanların, insanlar gibi yalın, süssüz olması gerektiğini düşünürüm. Bir şey almak istedim ve çanta aldım. Çünkü bir kadın için çanta yaşamının en önemli parçalarından biridir. İçine her şeyi koyarlar, koyduklarını bulmakta da çoğu zaman zorlanırlar. Ruhları gibidir yani. Kadın ruhu karmaşıktır. Alıcıdır. Kapsayıcıdır. Yaşamlarındaki her yaşanmışlığı alır ve saklar kadın ruhu. Sonra beklenmedik bir anda çıkarıverir. O karmaşıklıkta bile bir iç düzen vardır yani. Çantasında bir şey arayan bir kadının artık aradığını bulamayacağını düşündüğün anda hoop buluverir. Sende, hep kullanacağın, benden bir şey olsun diye aldım.”

Ayşe, onu öperek teşekkür etti. Foça’da gece sabaha dönerken, Liberty’de kendilerini daha özgür hissediyorlardı.

**

Her aşkın başlangıcı, aynı zamanda planların, tasarıların da başlangıcıdır. Bir aydır Foça’daydılar ve Ayşe ailesinden aldığı izni daha fazla uzatamayacağı, Deniz de işlerini artık erteleyemeyeceği için dönmek zorundaydılar. Deniz, Ayşe’nin modern görünüşlü olmasına rağmen, geleneklerine ve olabildiğince inançlarına bağlı olduğunun, bunun da ailesinden geldiğinin farkındaydı. Kendisi gibi, geleneklerle de, inançlarla da ilgisi olmayan biri için kabullenmesi zor da olsa, ailesine ‘şimdilik’ konuyu açmak istememesini anlayışla karşıladı. Bir hafta sonra Ayşe’nin iş başvurusu için İzmir’de olması gerekiyordu. Her ne kadar Deniz buna gerek olmadığını, İstanbul’da rahatlıkla ona iş bulabileceğini söylese de Ayşe, iş hayatına onun yardımı olmaksızın başlamak istiyordu. Deniz bir hafta sonra kendisini İzmir’de karşılayacağını söyleyince Ayşe karşı çıktı;

“Hayır, dedi, böylesi aşka romantik bir buluşma yakışır. Yüzyıldır, sevgililerin buluştuğu ama benim o duyguyu tatmadığım yerde, Konak saat kulesinin önünde buluşalım. Bir hafta sonra bugün, öğlen saat 1’de, seni orada bekliyor olacağım.”

Deniz gülerek,

“Peki, öyle olsun” dedi, “bir de çiçek alayım bari!”

“Gerek yok, sen gel yeter!”

Foça’dan ayrılıp İzmir’e geldiler. Deniz İstanbul uçağına binmeden önce Ayşe’yi otogardan Aydın’a uğurladı. Otobüs camından el sallayan Ayşe’nin gözlerinde heyecan, umut ve mutluluk okunuyordu.

 

3.

“1.00”

   İnsanların üzerinden bakmak istercesine, boynunu dikleştirdi. İçini bir ürperti kapladı, merak, heyecan ve korku ile karışık bir ürperti. Gergin hissediyordu kendini ve saatin 1 olmasıyla gerginliği katlandı. “ Gelmedi işte. Yok hala. Gelmeyeceği belli değil mi kızım. Olsun. Bekleyeceğim biraz. Gelecek de ne olacak sanki. Ne değişecek? Hiçbir şey! Ya da her şey!”

Ayağa kalktı, gözlerini kulenin önünde ve çevresinde gezdirdi. Onu değil ama kendini gördü kulenin önünde.

 

Ne kadar neşeli ve mutluydu o gün. İçi içine sığmıyordu. İş başvurusunu yapmış, sabırsızca, neredeyse koşarak kulenin önüne gelmişti. Çevresinde her zamanki gibi bir yakınını bekleyen insanlar vardı. Kimi tasasız, kimi düşünceli görünüyordu. Kendisini hepsinden ayrı, hepsinden farklı hissediyordu. O an dünyada ondan daha mutlu ve heyecanlı bir insan olduğunu sanmıyordu. Kafasında Deniz’le paylaşmayı düşündüğü yığınla, içi içe geçmiş tasarıları, hayalleri, beklentileri vardı. Yeni bir hayatın başlangıcında gibiydi. Yol arkadaşını bekliyordu.

Yıkıldı gelmeyince.

Önce telaşa, korkuya kapıldı. Tarifsiz bir endişe kapladı içini. “Ya başına bir şey geldiyse?” İki gün önce konuştuklarında, sesi yorgun ama sorunsuz geliyordu. Her şey yolunda görünüyordu. Sabah uçağıyla gelecekti. İzmir’e çoktan gelmiş olması gerekirdi.        “ Yola mı çıkamadı, İzmir’de mi başına bir şey geldi? Yola çıkamasa arardı muhakkak…”

Saat 1.30 olduğunda hemen telefona sarıldı. “Aradığınız numara kullanılmamaktadır.” “Bir yanlışlık olmalı!” Bir daha, bir daha aradı. Aynı yanıt. “ Bu da ne demek oluyor?” Ne olduğuna, ne olabileceğine anlam veremiyordu. Numarasını değiştirse neden haberi olmasındı? Bunun anlamı neydi? İçini büyük bir korku ve çaresizlik kapladı. 25 metrelik kulenin önünde bir nokta kadar küçülmüştü. Öylesine güven duymuşlardı ki birbirlerine, telefon numaralarından başka hiçbir iletişim yolu açmamışlardı. Ne bir adres, ne bir elektronik posta... Buna ihtiyaç duymamışlardı. Nasılsa, bir hafta sonra buluşacaklar ve yeni hayatlarına başlayacaklardı. Nerede oturduğunu, nerede çalıştığını bilmiyordu. Hiç ortak arkadaşları yoktu. Kendini uçsuz bucaksız bir çölde yolunu şaşırmış, yapayalnız hissetti. Büyük bir fırtınanın gelişini duyumsuyordu ve ne yapacağını hiç ama hiç bilmiyordu. Elinde artık kullanıma kapatılmış bir telefon numarasından başka bir şey yoktu.
            Saat üçe kadar bekledi. Çevresinde, bekledikleriyle buluşan yüzler sürekli değişiyor, o ise sürekli kullanılmayan bir numarayı arıyordu. Gözyaşlarına hakim olamıyordu. Sonunda insanlar tarafından izlendiği, hakkında konuşulduğu duygusuna kapıldı, kulenin önündeki çeşmeden yüzüne su serpti ve camiye yakın banklardan birine oturdu. Sakinleşmeye ve düşünmeye ihtiyacı vardı. Mutlaka bir açıklaması olmalıydı. Mutlaka! Kendisinin aklına gelmeyen bir açıklama. Yanıtını bulamadı.

Bir ay boyunca Aydın’da eve ve odasına kapandı. Telefon bekledi. Ne beklediği telefon geldi, ne de bir haber. Kendini aldatılmış, onuru kırılmış hissediyordu. Ölüm haberini bile almış olsa bu kadar sarsılacağını ve böylesi acı çekeceğini sanmıyordu. Sonunda yargısını koydu: Kandırılmış ve terk edilmişti. Bu yargıya varmak acısına olmasa da belirsizliğine son verdi. İzmir’de başvuru yaptığı banka işe kabul edildiğini bildirdiğinde, bunu bir fırsat ve hayata tutunmak, yeni bir yol çizmenin başlangıcı olarak gördü. Ailesinin sürekli soru soran, sorgulayan bakışlarından ve davranışlarından da kurtulacaktı böylece.

İzmir’e yerleşti. Artık bir işi, yeni bir hayatı vardı. Yaşadığı travmadan sıyrılmanın yolunu işine ve inançlarına sarılmakta buldu. İşe başladıktan kısa süre sonra telefon numarasını değiştirdi, artık kendisine ulaşmasını istemiyor, beklemiyordu. Onu anımsatacak her şeyden uzak duruyordu. Şiirlerini paylaştıkları şairlerden, yazarlardan, filmlerden… Beş yıl boyunca Foça’ya hiç gitmedi. Hiç balık-ekmek yemedi. Çok sevdiği simitle arasına mesafe koydu. Alkole tövbe etti. Ama işte çalıştığı banka Konak Meydanı’ndaydı ve o saat kulesini de söküp oradan atamazdı ya! Çalıştığı bankanın başka şubesine geçmek için girişimleri oldu ama her seferinde olumsuz yanıt aldı. Yalnız yaşıyordu. İşyerinde görüştüğü arkadaşlarından ve bir- iki komşusundan başka ilişkide olduğu insan yok gibiydi. Topluma yabancılaştığının bilincindeydi ama bu durum onu huzurlu yapıyordu. Kendini güvende hissetmenin yolunu böyle bulmuştu.

 

1.15

“Seni o günkü gibi saatlerce bekleyeceğimi sanma sakın! Bir 15 dakika daha, o kadar!” Hem ona hem kendine öfke doluydu. Yıllarca hayatından silmeye çalıştığı günleri, tekrar anımsamak onu öfkelendirmiş, acılarını geri çağırmıştı. Ona kızgınlığı, yeniden ortaya çıkması ve iç dünyasını alt üst etmesineydi. Kendine öfkesi ise, şu an burada onu bekliyor olmasınaydı. Hem bir geçmişle hesaplaşma, intikam duygusuyla gelmişti, hem de içinde merak ve hatta umut barındıran karmaşık duygularla.

Ayaktaydı artık, bir o yana, bir diğer tarafa yürüyor, gözleri sürekli meydanı tarıyordu. Bir tarafı oradan ayrılması gerektiğini, bankaya gidip, gelen notu da silerek, hiç gelmemiş gibi, kurduğu yeni dünyasına dönmesini söylüyor; derinden gelen bir fısıltı ise, “bir beş dakika daha, beş dakika” diyerek onu orada tutuyordu. “Bir buçuk olsun, bir buçukta gideceğim, zaten işe dönmem gerekiyor.”

Kulenin saati 1.32’yi gösterene değin bekledi. Kuleye yaklaştı, saate baktı, içinden yükselen çığlıklara rağmen, sakin ve ağır adımlarla kuleye arkasını döndü, başındaki örtüyü düzeltti ve yürümeye başladı. “Senin gibi adamın Allah belasını versin!” diye neredeyse birbirine yapışan dişlerinin arasından bedduasını yolladı. “Senin de belanı versin, benim de! Cehenneme kadar yolun var!”

 

4.

Gelmiştim.

Kulenin saati 1.32’ yi gösterdiğinde soluk soluğa oradaydım...

 

Öylesine korkuyordum ki onu kaçırmış olmaktan. Geleceğinden emindim. Mutlaka gelecekti. Heyecanla ya da sevgiyle değil belki ama intikam duygusuyla bile olsa gelecekti. Umudum, içinde kabarmış olan öfkeyeydi. Salt bana acı çektirmek için bile olsa gelecek ve acı çekişimi, çırpınışımı kalabalıklar arasından izleyip gidecekti. Onu bu meydanda bulacaktım ve gitmesine izin vermeyecektim. Ama geç kalmış olma olasılığım beni korkudan çıldırtıyordu. Gelmiş ve gitmiş olmasından ölesiye korkuyordum. Uçağın bu kadar geç kalkabileceğini bile hesaplamalıydım. Bir gün önce gelmeliydim. Gelecektim de. Ama gelemedim. İş, iş, yine iş... Gece yarısına kadar süren o toplantıda olmam gerekiyordu. O kadar uzun süre bensiz yönetilmişti ki şirket, burada daha uzun kalıp sonuna kadar çabalamam için bu şarttı.

Bir arayış değil, bir kaçıştı benimki. Yalnız ondan, bu ülkeden, bu hayattan değil, kendimden kaçıştı. Kendimi oradan oraya savurdukça hafifleyeceğimi sanıyordum. Zarar vermeyeceğimi. Bir kere acı çeker, uzun sürer belki ama hayatını mahvetmem, onulmaz bir ağrı gibi yüreğine saplanmam sanıyordum. Tam tersi olduğunu anlamam yıllarımı aldı.

Kardeşimin ani ölümüyle çektim gittim bu ülkeden. Biricik kardeşimin, Nehir’imin ölümüyle kan sanki akmamaya başladı damarlarımda. Buraya gelmektense kaçmakta buldum teselliyi. Sarsılmıştım. Depreşen gitme dürtüme ‘dur’ diyemedim. Mahvolmuştum, perişandım. Ailemden kalan tek sevgi çiçeği bir canavarın kullandığı arabanın tekerlekleri altında ezilip gitmişti. Duramazdım buralarda. Teselliyi bir sevgilide aramak yabancıydı bana. Ona zarar vermek istemedim. Elbet gidecektim. Onun yanından da gidecektim bir gün. Bu benim içimde kaynayan bir volkandı. Bu volkanı söndürmeden dönemezdim. Aklım başka yerde, ruhum esir yaşayamazdım. Tam dürtülerime son veren kadını bulduğumu sandığım anda, sürgünüm bitecek dediğim zamanda bu ölüm çok sarstı beni.  Şirket yönetimini ortağıma bırakıp kaçtım. Kısa aralıklar dışında dönmedim yıllarca. Tam bir serseri hayat yaşadım. Ölmeyi istedim. Beceremedim. Onun gözleri geldi önüme, içimi kuşatan bakışı. Bedenimle birlikte ruhumu da taşıdığımı bilerek yapıyordum bu kaçışı. Ama gördüm ki onun ruhunu da yanımda götürmüştüm. Sesi peşimi hiç bırakmadı. Onsuz bir düş görmedim. Aklım başıma geldiğinde her şeyi kaybettiğimin ayrımındaydım. Ona neler çektirdiğimin. Kocaman umutların içine kabuslar boşaltmıştım.

Ona ulaşabilmem aylar aldı. Hangi kentte yaşadığını, nerede çalıştığını bilmiyordum. Sonunda mail adresine ulaştım. Geleceğini ama fazla da beklemeyeceğini biliyordum. Meydana ulaştığımda nefes nefese kalmıştım. Tek düşüncem onu görebilmekti. Kendimi nasıl affettirebileceğimi bilmiyordum. Yaşadıklarımı nasıl açıklayacağımı, ne söyleyeceğimi düşünmedim. Tek amacım onu görebilmek, onu bulabilmekti.

Kulenin önüne vardığımda saate baktım: 1.32. Kalabalık. Bir yığın insan. Tanrım, gitmiş olmasın! Gelmemiş olmasın! Gelip geçen bir dolu insan... Koşuşturmaca... Kulenin çevresinde bir tur attım. Yok, yok! Olmalı, buralarda olmalı. Ona benzeyen insanlar arıyorum. Onun boyunda, onun gibi yürüyen. Oturanlara bakıyorum, yok! Gözümü metro durağına doğru çevirdim.

Gördüm. Tanıdım onu. Arkası dönük olmasına, mevsime göre kapalı giyinmesine, başındaki örtüye rağmen tanıdım. Gördüm. Önce onu değil, çantayı gördüm aslında. O bordo çantayı.  Hala o çantayı kullanıyordu. Umutlandım. Her şey bitmemişti.

Hızla o tarafa yöneldim. Koşarak yaklaştım yakınına. İyice yaklaşınca, “Ayşe!” diye seslendim. Durdu. Dönmedi geriye. Durdu ve kaldı öylece. Yetişince, arkasından tekrar “Ayşe!” dedim. Yüzünü dönmesiyle tokadı yanağımda hissetmem bir oldu. Vurdu ve kaldı öylece. Saçları başındaki örtüden alnına fırlamıştı. Yüzünden öfke, hınç okunuyordu. Yanakları ve çenesi kıpkırmızı olmuştu. Alt dudağı titriyordu. Suratıma dikilmiş gözlerinden yaşlar akıyordu.

O an anladım beni hala sevdiğini.

O an anladım her şeyin bitmediğini, dünya döndükçe umudun tükenmeyeceğini.

Her başlangıcın bir son, her sonun bir başlangıç olabileceğini anladım. Her şeyin insanın kendi ellerinde olduğunu…

Ellerini tuttum, gözlerine baktım, “sevgilim” dedim,

“Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim” (***)

Bana sarıldığında, tüm dünyayı kucaklamış hissediyordum kendimi.

 

*Sezai Karakoç’un “Mona Rosa” isimli şiirinden.

**Aziz Nesin’in “Bağışla” isimli şiirinden.

***Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” isimli şiirinden.