Seni ömrümün sonuna kadar beklemek isterdim,
Ama gelmeyeceğini biliyorum…
Gidişin öyle bir gidişti ki, ayak izlerini bile bırakmadın yeryüzünde.
Bir terk ediş değil, kaçıştı seninki.
Sağanak yağmur altında, otobüse son bir güçle kendini atan biri gibi…
Çevresine aldırmadan ve düşeceğini aklına getirmeden kaldırımda koşan bir çocuk,
Servise yetişme telaşında bir işçi,
Uçağı kaçırmaya ramak kalan bir yolcu,
Aniden bulutla kaplanan bir güneş,
Kayan bir yıldız,
Gibi gittin…
Belirsizliğe, sonsuzluğa akıp gittin…
Alelacele eşyalarını toplayıp kapıyı kapatmayı bile unutarak gittin. Anahtarı almayı düşünmeden. Not yazmadan. İz bırakmadan…
Hayatın hep telaş, hep bir acele içindeydi zaten.
Seni ilk gördüğümde de sınava yetişmeye çalışıyordun, seni bana getiren sınava.
Fakülteyi bitirme telaşındaydın.
Yetişemedin tabi sınava, hayatta birçok şeye yetişemediğin gibi ve yurdun bütünleme kantininin tenhalaşan sakinliğinde tanıştım seninle. Minik ellerin, iri gözlerinden taşan hayalleri yakalamaya çalışıyordu. İlkyazın esintisi yüreğimizi yalıyordu. Bütünleme takvimi aşkımızın miladı olmuştu. Yurdumun şehirden yalıtılmış kampüslerinden birinde, yalıtılmış bir aşk yaşıyorduk. Ders notlarının arasına yıldızları döküyorduk seninle. Sana uygun bir şekilde hızlı bir aşktı bizimki. Sorgusuz, sualsiz, koşulsuz, kaygısız… Yarınıdüşünmeden geleceğimizi kuruyorduk. Benim sakinliğim senin tez canlılığında eriyip gidiyordu. O yüzden fakülteyi bitirip henüz diplomayı bile alamadan nikah masasında bulduk kendimizi. Daha “evet” demeden ayağın ayağımın üstündeydi. Ben henüz büyümedik derken sen yaşlanmaktan korkuyordun. Her şey ama her şey benim ölçülerimde çok hızlı ilerliyordu.
Seninki bir yolculuktu. Bitmeyecek bir yolculuk. Yerinden, durumundan memnun olmadın hiç. Hep gidecek başka şehirler, yaşayacak başka hayatlar aradın. Yetişecek, ulaşacak, adı konmamışların bitmedi hiç.
İthaka’yı aradın. Kavafis’in İthaka’sını.
İthaka’ya doğru yola çıkmaktan bahsederdin, uzun sürmesini dilediğin yolculuktan. Ütopyandan…
Bana hep o şiiri okurdun:
“…Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın. “
Sana yetişmek, değişkenliğine ayak uydurmak kolay değildi. Çok çabaladım seni anlamak için, anlatmak için çok çabaladım. Mutluluğun ve huzurun yaşadığımız yerde ve soluk aldığımız anda olduğunu göstermek için çok uğraştım. Seni senin şairinle değiştirmek istedim hatta. Sen bana ne zaman Kavafis’in İthaka’sından dizeler okusan ben de sana yine Kavafis’in “Kent” şiirinden mırıldanırdım:
“…Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”
Ama faydası olmuyordu. Ben sana ben olarak yanaştığımda sen hırçınlaşıyordun. Bitmiyordu “ithaka” tutkun. Beni şehirden şehre, ülkeden ülkeye sürüklüyordun. Arayışın ne aradığını bilmemek üzerine kuruluydu. Ama bir de hayatın görmezden gelinemeyecek gerçekleri vardı. İşimiz ve paramız senin kabına sığmazlığına yetişemiyordu. Maddi yolculukların manevi yolculuklara evrildiğinde yalnızlığımız da artmaya başladı. İçinde dönen fırtınaları anlıyor ama bu yetişememeye, bu tutunamamaya çare olamıyordum. Seninle olup da ‘senin gibi’ olamamam da ayrıca kızdırıyordu seni: “Biz ruh ikizleri değil miydik?”, “Her şeyi paylaşmak için ant içmedik mi?”,“İyi günde kötü günde lafını gerçek yapmak için bir hayat kurmadık mı?”
Seni anlıyordum, çünkü seni seviyordum. Çok seviyordum. Ama sevmek anlamaya yetse de ortak olmaya yetmiyordu işte. Sen zamandan ve hayattan hızlı yaşamaya çalışıyordun. Zamanı yakalamak uğruna hayatı ıskalıyorduk. O hızlı okuma kursları, pratik yemek tarifleri, az uyumalar, “bu dünyaya çocuk getirmek istemiyorum”lar, hatta ütü gerektirmeyen elbiseler ve küçük şehre taşınmalar bile hep bu zamanın önünde olma ihtirasındandı.
Seni ben sabırla sevdim. Sonsuz bir sabırla. Normalleşmeni değil ama kendini dizginlemeni umutla bekledim.
Seni anladım. Baştan beri. Aceleni, telaşını, arayışlarını, ithaka’nı, hepsini anladım.
O yüzden şaşırmadım gidişine.
Ama aradım seni.
Çünkü terk ediş değil, kayboluştu seninki. O yüzden aradım.
Beni terk etseydin seni anlardım. Ama kayboluşuna anlam veremedim. Biz konuşabilen, tartışabilen insanlardık. En aykırı noktalarda bile derdimizi anlatmaya, çabalamaya söz vermiştik. Bir gün kendi yolumuza gitmeye karar verirsek bunu da konuşarak yapacağımız konusunda bile anlaşmıştık.
Ama sen öyle yapmadın...
Ansızın, belirti göstermeden, kuşku oluşturmadan, bir sabah benim evden çıkışımın hemen ardından, not bırakmadan, kapı açık, eşyalar dağınık, çekip gittin.
Unuttuğum dosyayı almak için bir saat sonra eve döndüğümde, ne yaptığını anladım.
Şaşırmadım, ama yıkıldım.
Ben seni çok sevmiştim. Seninle her şeye rağmen çok mutluydum. Seninle soluk almak, hayata seninle aynı izleri bırakmak benim huzur nedenimdi. Varoluş sorunlarımı seninle yaşamak, senin kokunu ve soluğunu hissetmek beni hayata bağlıyordu.
Ardında kokunu bırakarak gittin...
Aylarca seni aradım.
Her yerde, her numarada, hemen her şehirde...
Gördüğüm her yüzü sen sandığım depresif geceler yaşadım.
Seni bulamayacağımı bile bile aradım seni…
Seni ömrümün sonuna kadar beklemek isterdim,
Ama gelmeyeceğini biliyorum…
Ve aramaktan vazgeçtiğimde,
İthaka’yı bulmuş olmanı diledim yalnızca.
Seni ilk gördüğüm kampüse gittim,
Başımı gökyüzüne kaldırıp, hikayemizin tanığı yıldızlara bakarak,
İthaka’nın son dizelerini yolladım sana:
“Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini
İthakaların.”