Uzun bir aradan sonra, yine bir hatırayla sizlerleyim.
İlkokul yıllarında, üçüncü sınıftayken, birinci ve ikinci sınıfta okuyan, biri kız, biri erkek iki kardeş vardı. Bu çocukların özelliği, babaanneleri tarafından okula getirilip, götürülüyor olmasıydı.
Aile çocuklarına öyle özen gösteriyordu ki; yemeleri, içmeleri, giyimleri, arkadaşları hep babaanne tarafından seçiliyor, "özel çocuk" muamelesi görüyorlardı. Biz de o çocuklarla arkadaşlık için seçilen, " şanslı " çocuklardık...
Aile ve babaannenin bu aşırı ilgileri beni imrendiriyor, içimden; " Keşke benim de babaannem, anneannem , dedelerim hayatta olsaydı." Diye acıyla karışık, özlem duyuyordum.
İlkokul yılları, o iki kardeşin el bebek gül bebek , el üstünde tutulmalarına hayran olmakla geçti.
Aradan yıllar geçti.
Bu arada biz Laleli'ye taşınmıştık. 90'lı yıllardı, birgün kardeşimle Ulupark'ta otururken, kardeşim karşıda oturan, frapan giyimli bir kadını gösterip; "Abla O kadını tanıdın mı?" Diye sordu.
"Hayır " Dedim.
"Hani bizim okulda babaannesi okula getiriyordu. İki kardeş vardı. İşte bu, o kız. Oğlan kardeşi bundan küçüktü." Deyince bir anda o günleri hatırladım. Bir o kadar da şaşırdım. O sırada bizi gören kadınla gözgöze geldik, kadın gülümsedi. O da bizi tanımıştı.
Selam verip yanımıza geldi. Yanında beş altı yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Ama kadın otuzlu yaşlarında olmasına rağmen, öyle çökmüş, öyle yıpranmıştı ki. Bilmeyen elli yaşında sanırdı. Dişleri dökülmüş, şişmanlamış, kamburlaşmış , inanılmaz derecede yaşlanmıştı.
Küçükken hayran olduğum o güzel kız adeta enkaza dönmüştü. Kendisi de bunun farkındaydı.
Anlattı...
Ama konuşurken sık sık, manasızca gülüşü, tutarsız davranışları, arada bir susup , boş boş bakması, sanki psikolojisinin bozuk olduğunun belirtisiydi.
Hayattan yediği tokatlar, yaşadığı acılar, ruhunda öyle derin izler bırakmıştı ki... Tabiri caizse, çocukken anne, baba ve babaanne çocuklar gak deyince süt, guk deyince et vermiş, bir dediklerini iki etmemiş, iki çocuğun etrafında pervane olmuş, çocukların yapmaları gereken her şeyi kendileri yapmıştı...
Çocuklar, gençlik dönemine hiçbir sorumluluk almadan, sıkıntı çekmeden, hayatın zorlukları nedir bilmeden girmişlerdi.
Önce babaanne, sonra anneyle baba vefat edince iki kardeş sudan çıkmış balığa dönmüş, tecrübesiz, beceriksiz, ne yapacağını bilmez bir halde ortada kalmışlardı.
Akrabaları da şımarık, beceriksiz ve sorumsuz iki kardeşten yüz çevirmişlerdi. Tecrübesiz, bilgisiz dünyadan bihaber iki kardeş önce ellerindeki parayı, sonra da babadan kalan evi kaybetmişlerdi.
Kız, İzmir'de pavyona kadar düşmüş , kardeşi ise alıştığı, içki, uyuşturucu bataklığında kim vurduya gitmişti.
İyi niyetli biri kızla evlenip, onu pavyondan kurtarmıştı. Ama kocasının ailesi, geçmişinden ötürü kızı kabullenmemiş, zavallı kız, kucağında bir çocukla boşanmak zorunda kalmıştı. Sonra yeniden Manisa'ya dönmüş, merdiven yıkayıp, evlere temizliğe giderek ayakta kalmaya çalışıyordu.
Yaşadıkları olaylar, ailesinin hayata dair hiçbir eğitim, sorumluluk vermemesi... Her şeyin başkaları tarafından yapılması...
O iki güzel çocuğun boş bir kafayla, hayat denilen problemler yumağında yok olup gitmelerine sebep olmuştu.
Hani her çocuk sevgiyle, bilgiyle, ilgiyle eğitimle yoğrulması gereken bir hamurdur ya... Bu o kadar doğru ki...
Geleceğe iyi bir eser bırakmak istiyorsak; evlatlarımızı ahlak, inanç, iman, sevgi, sorumluluk, cömertlik, merhamet , çalışkanlık, başarı, beceri hasletleriyle donatmalıyız.
Çocukken imrendiğim babaannenin aşırı ilgisi, aslında o iki kardeşe en büyük kötülükmüş. Her şeyin olduğu gibi aşırı, bilinçsiz, ilgi ve sevginin de fazlası zarar...
Hem de telafisi imkansız bir zarar...
Allah çocuklarımızın yolunu, bahtını açık, işlerinde kolaylık, hayatlarını muhteşem eylesin...