1940-Paris… Haziran ayı. 2. Dünya Savaşı’nın en önemli evrelerinden biri yaşanıyor. Nazi orduları Fransa seferine başlamış, binlerce tank, top, tüfekle Paris yakınına gelmişti. Yüzbinlerce Parisli şehri terk ediyordu. Bunların içinde bir avuç Türk öğrenci de vardı. Kimi siyasal bilgiler okumak, kimi hukuk öğrenimi görmek, kimi de doktora öğrencisi olarak Fransa’da bulunuyordu. Bir an önce şehirden ayrılmaları gerekiyordu. Türk büyükelçiliğinden de bu yönde kendilerine uyarı gelmişti.
Bu öğrencilerin içinde ileride Türk siyasetinde, edebiyatında, hukuk dünyasında söz sahibi olacak gençler vardı. Büyük çoğunluğu 25-30 yaşlarındaydı.
İleride Türkiye İşçi Partisi liderliğini yapacak olan Mehmet Ali Aybar(1908-1995), İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandıracak olan Mîna Urgan(1915-2000), 1961 Anayasasının hazırlanmasına katılacak olan hukukçu Ragıp Sarıca(1912-1993) bu öğrenciler arasındaydı. Ve bir de iki genç Türk şair vardı: Cahit Sıtkı Tarancı(1910-1956) ve Oktay Rifat(1914-1988).
O sırada havayolu veya trenle şehri terk etmek güçtü. Bir an önce Paris’ten ayrılmak için çare aradılar. Bisikletle ayrılma fikrinin ilk nasıl çıktığını Mîna Urgan şöyle anlatıyor:
“Oradaki Türklerle ne yapacağımızı düşündük. Mehmet Ali o sıralarda çok kullanılan bir tandemle, yani iki kişilik uzun bir bisikletle güneye doğru gitmemizi önerdi. Bisikletin ön kısmında Mehmet Ali, arka kısmında ben pedal çevirecektim. Çocuk için yapılan orta kısmına da, ikimiz gibi sporcu olmayan sevgili Ragıp Sarıca’yı oturtacaktık.”
Ragıp Sarıca için böyle bir çözüm bulmalarının sebebi onun bisiklet kullanmayı bilmemesiydi. Daha sonraki günlerde Ragıp Sarıca’ya arkadaşları bisiklet kullanmayı öğrettiler. Mîna Urgan Paris’te bir süre daha kalıp trenle döndü, diğerleri bir grup oluşturup Almanlar askeri tesisleri bombalarken yıkıntılar arasından Paris’i terk ettiler.
Oysa Cahit Sıtkı ne umutlarla, ne heyecanla gelmişti Paris’e. Galatasaray Lisesi’nden sonra Mülkiye Mektebi’ne girmiş ama bitirememiş, Cumhuriyet gazetesine yazılar yazmak amacıyla ve gazetenin bursuyla siyasal bilgiler okumak için 1938 yılında Paris’e gelmişti. Paris Radyosu’nda işe başlamış, Türkçe yayınların spikerliğini yapmış, gazeteye de düzenli olarak yazılar göndermişti.
Lise yıllarından beri Fransız şairlere büyük hayranlığı vardı: Baudelaire, Verlaine.. Baudelaire için şöyle diyordu:
“Baudelaire’i okuduktan sonra düşünüşüm, duyuşum, görüşüm değişti. Baudelaire bana suyun dibine inmeyi öğretti. Baudelaire bana kendi kendimi buldurttu ve ben hayatımı, Baudelaire’i okuduktan önce ve Baudelaire’i okuduktan sonra diye iki bölüme ayırmaktayım.”
İşte şimdi sevdiği şairlerin memleketindeydi. Onların yaşadığı mahallelerde, yürüdükleri caddelerde dolaşıyor, Fransız kafelerinde oturup şiir yazıyordu. Liseden beri en yakın arkadaşı olan Ziya Osman Saba’ya Paris’te bulunduğu yaklaşık iki yıl boyunca mektuplar yazdı. İlk mektupları heyecan doluydu:
“Paris’ten elbette ki memnunum. Geldiğime o kadar isabet etmişim ki! Avrupa’yı yalnız kitaplarla ve mecmua resimleriyle tanımak, tanımak sayılmaz. Gelip görmek şarttır.”
Mektuplarının yanında yazdığı şiirleri de gönderiyordu İstanbul’a. O dönemde yayımlanan birkaç şiirini Paris’te yazmıştı. Örneğin savaş başladığında yazdığı Sulh Bir Hâtıra Oldu şirinde umutsuzdu:
Daha doymamıştık yemişlerine yazın;
Kuşlardı çiçeklerdi besleyen neşemizi.
Gün sakindi, gece yıldızlı, yaşamak güzel!
Geçen yaz mevsimiyle sulh bir hâtıra oldu
Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde yaşama sevinci ile ölüm korkusu kol kola girmiştir. Sadece adında ‘ölüm’ kelimesi geçen on beş şiiri var. Paris’te savaşın ortasında kalmasının da bu ölüm temasını güçlendirdiğini söyleyebiliriz. Bisikletle Paris’ten kaçmadan hemen önce yazdığı Bugün Hava Güzel şiirinde bu açıkça belli oluyor:
Şayet ölürsem,
Helalleşmeye vakit kalmadan,
Hatırdan çıkarmayın beni;
Dünyaya benden selam olsun,
Her nefes alıp verişiniz.
Oysa savaştan sonra da yaşamaya devam edecek, kendisinden daha çok ünlenen Otuz Beş Yaş şiirini yazacak, o şiir 1946 CHP Şiir yarışmasında birinciliği kazanacaktı.
Cahit Sıtkı, Mîna Urgan ile Paris’te tanıştı. Mîna Urgan onu şöyle tanımlıyor:
“Cahit Sıtkı, nerdeyse benim boyumda, ufak tefek bir adamdı. Hiç biçimsiz değildi; ufak boyuttaydı sadece. Bir Çinlininkiler gibi çekik kara gözleri vardı. Herkes için, ikide birde, ‘çok iyi yüreklidir, sevgi doludur’ derler ama, gerçekten öyle olan çok az sayıda insan vardır aslında. Cahit Sıtkı o ender insanlardan biriydi.”
Cahit Sıtkı, Nazi işgali altındaki Fransa’dan bisikletle kaçarken, Galatasaray Lisesi’ndeki ilk senesinde kendisine ‘faşist’ lakabı takan arkadaşlarını anımsayıp gökteki uçaklara doğru gülümsemiş midir acaba? Bu lakabın onun siyasi görüşüyle ilgisi yoktu. Öğretmenlerin her sorusuna cevap vermek için atılıyor, parmak kaldırmak yerine el kaldırıyordu. İkide bir el kaldırayım derken de Ziya Osman’ın deyişiyle “faşistvari” selamlar vermeye başlamıştı.
Bisikletini yokuşlu yollarda sürerken Beşiktaşlı sevgilisi elbette gelmiştir aklına. İlk sevgilisinin Beşiktaş’taki evinin olduğu yokuşlu sokağı dört yıl boyunca, Mülkiye’de öğrenciyken az arşınlamamıştı. Paris’ten önce de, sonra da Beşiktaşlısı için şiirler yazmış ama adını hiç anmamıştı. Aşk Masalı şiirinde “Beşiktaş’ta gün görmüş bir bahçede / Nisan akşamlarının en tatlısı” diyerek masalsı bir aşkı anlatıyordu. Sevdalı şiirinde, “Sen ilk aşkım, ilk gözağrımsın” dediği, “Katlanmaksa katlanıyorum / Kimselere belli etmeden” diyerek sitem ettiği sevgilinin aynı kişi olduğunu yine şiirin bir dizesinden anlıyoruz: “Vefasız çıktın Beşiktaşlım.”
Paris’ten döner dönmez yayımladığı Hayal Ettiğim Şey adlı şiiri ise “Beşiktaşlım için” diyerek doğrudan ona ithaf etmişti. En yakın arkadaşı Ziya Osman bile bilmiyordu Beşiktaşlı sevgilinin kim olduğunu.
Beşiktaşlı sevgiliye gizem katan asıl şiir elbette Abbas şiiri. Ve Abbas adlı öykü… Cahit Sıtkı, Paris dönüşü Burhaniye’de askerlik yaparken bir akşam emir eri Abbas’la konuşmalarını hem öykü hem şiir olarak yazmış, bir aşkı iki farklı edebi türde ölümsüzleştirmiştir.
“Haydi abbas, vakit tamam;” diye başlayan ünlü şiir şöyle biter:
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
‘Beşiktaşlı sevgili’, şair daha Paris’te öğrenciyken çoktan evlenmişti. Buna rağmen ilk göz ağrısının yerini yüreğinden yıllarca atamayan Cahit Sıtkı belki biraz da bu yüzden, Beşiktaşlısı artık evli olduğu için adını sır gibi saklamıştı. Oysa bu gizemin başka bir sebebi daha vardı. Beşiktaşlının ağabeyi çok önemli bir edebiyatçımızdı ve Cahit Sıtkı’nın yakın arkadaşıydı. Üçünün çocuklukları birlikte geçmişti. Üstelik iki arkadaş aynı yıllarda Paris’teydi. Bisikletle şehirden ayrılmadan önce bir akşam birlikte içtiler, Paris caddelerinde dolaştılar. Sarhoşluğun da etkisiyle Cahit Sıtkı, arkadaşı Vedat Günyol’a sarılarak ağladı; çocukluğundan beri kız kardeşine âşık olduğunu söyledi. Kız kardeşi artık bir doktorla evli olan Vedat Günyol, “Daha önce niye söylemedin ulan?” diyerek şaire vurmaya başladı. Sonra sarılıp birlikte ağladılar. (Beşiktaşlı sevgilinin adı Mihrimah idi.)
Cahit Sıtkı, Paris Radyosu’nda çalışırken Oktay Rifat ile tanıştı. Oktay Rifat, Cahit Sıtkı’dan dört yaş küçüktü. O da siyasal bilimler okumak için Maliye Bakanlığı’nın sınavını kazanarak 1937’de Paris’e gelmişti. Okulunu bitirmiş, doktora öğrenimi yapmaktaydı. İki genç şair çok iyi arkadaş oldular.
Oktay Rifat bilindiği gibi Orhan Veli ve Melih Cevdet ile birlikte Garip akımının kurucularındandır. Kendilerine özgü şiirleri Paris’e gelmeden önce yayımlanmaya başlamıştı ama asıl büyük ses getirecek Garip adlı kitapları Oktay Rifat savaş nedeniyle doktorasını yarım bırakıp Türkiye’ye döndükten sonra 1941’de çıkacaktı.
Oktay Rifat ile o sırada Paris’te bulunan Mehmet Ali Aybar’ın akraba olduklarını da belirtelim. Ayrıca Nazım Hikmet de Oktay Rifat’ın kuzeniydi. Nazım Hikmet’in annesi, önemli ressamlarımızdan Celile Hanım Oktay Rifat’ın teyzesiydi.
İki genç şair hem eğitim görerek kendilerini geliştiriyor, hem yeni şiirler yazıyor, hem de Paris’in tadını çıkarıyorlardı. Ama savaş bu yaşamlarını geride bırakmalarına sebep olacaktı.
7 Haziran 1940 günü Ziya Osman’a yazdığı mektupta Cahit Sıtkı, hükümetin tebligatı üzerine yol hazırlıklarıyla meşgul olduklarını, on beş güne kadar kavuşacaklarını belirtiyordu. Oysa daha sonra trenle dönme fikri suya düşüyor, bir süre daha kalmayı tercih eden Mîna Urgan dışındakiler bisikletle yola koyuluyordu.
Şairin on beş gün diye umduğu yolculuk yaklaşık dört ay sürecekti. Paris’ten ancak ayın on üçünde ayrılabildiler. Temmuz ayında Ziya Osman’a yazdığı mektupta Cahit Sıtkı şöyle diyordu:
“Son hadiseler üzerine Paris’ten haziranın on üçünde ayrılmak zorunda kaldık. O günden beri Fransa yollarında, bisikletle, bombardıman altında olanca hızımızla kaçarak on gün kadar yol aldık. Nihayet Bordeaux’a vardık.”
Yaklaşık altı yüz kilometre yol yapmışlardı. Bir süre Türkiye büyükelçiliğinde kaldılar. Oradan Lyon’a, Lyon’dan İsviçre’ye geçtiler. İsviçre’den Türkiye’ye trenle döndüler.
Haziran ayında başlayan yolculuğun bitmesi ekim ayını bulmuştu.
Kaynaklar
1.Cahit Sıtkı Tarancı. Otuz Beş Yaş, Bütün Şiirleri, Derleyen: Asım Bezirci, Can Yayınları, 62. Basım, İstanbul 2019.
2.Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, Can Yayınları, 4. Basım, İstanbul 2019
3.Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir, Yolcu Dergisi Yayınları
4.Mîna Urgan, Bir Dinozorun Anıları, Yapı Kredi Yayınları, 61. Basım, İstanbul, 2000
5.Engin Topuz, Edebiyatın Kırklar Kulübü, Porsuk Kültür Yayıncılık, Eskişehir 2021