ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE
Öğretmen olmayanların bir daha dünyaya gelirlerse olmak isteme sebepleri yüzünden değil yalnız.
Tatili bol diye değil örneğin.
Şu bolluk anlayışı da değişiyor biliyorsunuz, kimine göre 3 ay kimine göre 5!
Öğretmenlik mesleğinin itibarını öyle düşürdük ki hep birlikte, herkes öğretmen artık!
Herkes hem müfredata hâkim, hem öğrenci başarısının nasıl arttırılacağını çok iyi biliyor; öğrenci psikolojisi sular seller gibi hatmedilmiş, sınav sorularının nasıl hazırlanacağını öğretmenden daha iyi biliyor, ders nasıl işlenir herkes piri olmuş, “Matematikte yaz bir denklem tahtaya, Türkçe’de iki kitap okut, İngilizce’de kelime yazdır, Beden Eğitimi’nde ver topu oynasın!”
Zaten meslek konusunda temel sorunumuz bu değil mi? Hepimiz kendi mesleğimizi hayattaki en zor meslek sanıyoruz ve bu zorluğu açıklamak için de diğer mesleklerin ne kadar kolay olduğundan dem vuruyoruz.
Bir gün İzmir’deki bir pilot okula gitmiştik ve eğitim sistemiyle ilgili yeni yöntem ve uygulamaları inceliyorduk. Bizi bilgilendiren öğretmen arkadaşa şunu sorduk; “Bizim okulda sizdeki gibi teknik olanaklar ve araç-gereç bolluğu yok, öğrenci seviyemiz de aynı durumda değil, bunları biz aynen nasıl uygulayabiliriz?”
Soruyu sorduğumuz öğretmen arkadaş Karadenizliydi ve ders niteliğinde bir yanıt verdi:
“Hocam” dedi, “Önce kendi derendeki balığı tutacaksın!”
Hepimizin gözü başka deredeki balıklarda, kendi deremizi güzelleştirmeye çalışmadan, başkalarının balıklarının ne kadar güzel olduğunu düşünüyoruz.
Ve bu konuda ne yazık ki öne çıkan meslek öğretmenlik oluyor ve çevremde çok insan tanıyorum ki, bir daha dünyaya gelirlerse öğretmen olacaklar!
Umarım önce fakültesini kazanıp bitirmeyi başarabilirler.
Sonra KPSS’yi geçerler.
Sonra “atanamayan öğretmen”, “ücretli öğretmen” veya “sözleşmeli öğretmen” değil de kadrolu öğretmen olurlar.
İlk derse girdiklerinde kendilerini sudan çıkmış balık gibi hissedecekler ve 40 dakikayı nasıl dolduracaklarını bilemeyecekler ama olsun, alışırlar.
Eğer sınıf öğretmeni olurlarsa en az 30 öğrencinin gerçek anlamıyla ikinci anne veya babası olacaklar ve anne-babalarıyla birlikte o çocukların hayatını paylaşacaklar.
Branş öğretmeni olurlarsa okuluna göre belki 100 belki 500 öğrencinin hafta boyunca dersine girecekler ve her biri için ayrı ayrı hem ailelerine hem okul ve Milli Eğitim yönetimine ve daha mühimi vicdanlarına karşı sorumlu olacaklar.
İlk dersi anlattıktan sonra görecekler ki, öğretmenlik sadece bir konuyu karşıya kavratmak değil, öğrencinin kıyafetinden kitabına, davranışından sorunlarına kadar kocaman bir eğitim süreciymiş.
Sonra bakacaklar ki, bu öğretmenlik sınıftan çıkınca da bitmiyormuş!
Eve getirilen yığınla ödev, proje, yazılı kâğıtları, doldurulması gereken evraklar, hazırlanması gereken belirli gün ve haftalar programları, sunular, slaytlar vs…
Öğrenciye ulaşabilmek ve onları anlayabilmek için izlenen diziler, filmler, çizgi filmler, anlamaya çalışılan bilgisayar oyunları, okunan gözden geçirilen kitaplar…
Gürültü ve uğultunun yarattığı beyin yorgunluğunu saymıyorum bile.
Maddi sorunlardan hiç bahsetmiyorum.
Eğitimin sistemsel sorunlarına, idare veya veliyle yaşanabilecek sorunlara değinmiyorum bile…
Peki ben yukarıda bazılarını saydığım öğretmenliğin gereklerini yerine getiriyor muyum?
Evet getiriyorum!
Öğretmenlerin çoğu da fazlasıyla yerine getiriyor. Öğretmenlerin içinde sorunlu, özverili olmayan, işini hakkıyla yapmayan varsa bu öğretmenlerin değil yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi toplumun sorunudur.
Ben bir daha dünyaya gelirsem yine öğretmen olacağım.
Çünkü bu mesleği çok seviyorum.
Sosyal medyada zaman zaman dolaşan çok güzel bir söz var: “Hayattaki en büyük mucize küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır.”
Öğretmenler Günü’nde aldığım en duygulandırıcı mesaj, yıllar önce mezun ettiğim bir öğrencimden gelmişti. Diyordu ki:
“Zamanında bir mucizenin öğrencisiydik.”
Her biri birer mucize olan öğretmen arkadaşlarımın ve öğretmenlerimin günü kutlu olsun…