Bu cümleyle başlayan roman, on biri fotoğraf olmak üzere on üç görüntü eşliğinde bizi hem Fransa (Fransa merkezinde dünya) hem de bir kadının (yazarın) tarihi içinde bir yolculuğa çıkarıyor. İnsan ömrünün altmış altı yılını anlatırken günlük yaşamımızdan edebiyata, siyasetten teknolojiye değişen ‘şey’ lerin ‘zaman’ tünelinden geçiriyor.
Bu ‘şey’ ve ‘zaman’ vurgusu önemli; çünkü kitapta birçok siyasetçi, icat, magazin figürü, oyuncunun yanısıra çokça edebiyatçıya da rastlıyoruz ki, bunlardan en önemli ikisi George Perec ve Proust.
Hem “Şeyler” adlı kitabı da bulunan Perec’e göndermeler var:
“Şeylerin bolluğu, fikirlerin kıtlığını ve inançların aşınmasını gizliyordu.”(sayfa 85)
“Şeylerin zamanının istilasıyla sürükleniyorduk.”(sayfa 204)
Hem de zaman konusunda Proust’u andıran esintiler:
“Kayıp zamanın izi web üzerinde sürülüyordu.”(sayfa 207)
“Sonsuz bir şimdinin içindeydik.”(sayfa 207)
2022 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Fransız yazar Annie Ernaux, doğduğu yıl olan 1940’dan 2006’ya kadar geçen zamanın bir dökümünü sunuyor bize. Bunu yaparken diğer kitaplarında olduğu gibi kendini saklamıyor, varlığını en mahrem anlarına dek görünür kılıyor ve böylece modern otobiyografiye getirdiği yeni dil ve biçimi sürdürüyor. Kişisel bellekle kolektif belleği birleştiriyor. Zaten ödülünün gerekçesi de “kişisel hafızanın köklerini, mesafelerini ve kolektif kısıtlamalarını keşfetmedeki cesareti” olarak açıklanmıştı.
2008 yılında yayımlanan Seneler dilimize 2021 yılında Siren İdemen tarafından çevrildi ve Can Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarın Yalın Tutku ve Boş Dolaplar (ilk kitabı ve vaktiyle basmak için yayınevi bulamıyor) adlı romanlarını da okudum, onlar da özyaşamöyküsel romanlar, her birinden çok keyif aldım ve edebi olarak çok şey öğrendim. Ancak Seneler gerçek bir magnum opus/başyapıt.
Romanda iki ayrı anlatıcı dili var: Birinci çoğul şahıs (biz) ve üçüncü tekil şahıs (O). Roman boyunca Annie Ernaux’nun bebeklik, çocukluk, ergenlik, genç kızlık, evlilik, öğretmenlik, boşanma, emeklilik dönemlerini izlediğimiz yerlerde yazar kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsediyor, çünkü anlattığı yalnız kendisi değil, bir “insan”. “Biz” olarak söz ettiği yerler ise Fransız toplumundaki 1950’lerden 2000’lere uzanan değişimler (günlük hayat, üniversite, kafeler, şarkılar, filmler, aşklar, siyaset, teknoloji, umut..) yani “bizi biz yapan” şeyler. Bunu öyle ustalıkla yapıyor ki, zor gibi görünen metnin içine girdikçe, sayfalar ilerledikçe, bir yakınlık kuruyorsunuz (öyle ya, insan dünyanın her yerinde insan, Yusuf Atılgan’ın dediği gibi: “Londralı kasapla İstanbullu kasap dünyaya aynı gözlerle bakarlar.”) ve ortak hislere kapıldığınızı fark ediyorsunuz:
“Dijital teknolojiyle birlikte gerçekliği tüketip bitiriyorduk.”(sayfa 207)
“Kendi arzumuz ve devletin isteğine uygun olarak, bankaların ve konut tasarruf planlarının desteğiyle ‘ev sahibi olmak hiç bu kadar kolay olmamıştı’. Gerçekleşen bu hayal, bu toplumsal başarı genç çiftleri yaşlılığa yaklaştırıyordu: Ömürlerinin sonuna kadar bu evde beraber yaşayacaklardı. İş, evlilik, çocuklar diyerek sonuna doğru gittikleri resmî mühürle damgalanmış yeniden üretim yolunda, şimdi yirmi yıllık taksitlerle bir taşınmaza bağlanıyorlardı. Tamiratla, marangozluk işleriyle uğraşarak, duvar kâğıdı yapıştırarak kendilerini avutuyorlardı.”(sayfa 128)
“…farkına varmadan yaşayıp gitmekten korkuyorum.”(sayfa 93)
“Gerçeklik olduğu söylenen iş ve aile yaşamına gömüldükçe gitgide artan bir gerçekdışılık duygusuna kapılıyorduk.”(sayfa 89)
Roman “Bütün görüntüler yok olup gidecek” cümlesiyle başladıktan sonra küçük küçük parça parça ânlarla, görüntülerle karşılaşıyoruz. Zor bir metin olduğunu düşünüyoruz ama dediğim gibi sayfalar geçtikçe hem anlatılanlar bir bütünlüğe ulaşıyor, hem de biz kurguya alışıyoruz. Giriş olarak adlandırabileceğimiz bölüm şu sözlerle bitiyor:
“Her şey bir saniye içinde silinip gidecek. Beşikten ölüm döşeğine dek derlenen sözlük tarihe karışacak. Suskunluğa bürünecek her şey ve onu anlatacak bir sözcük olmayacak. (…) Bayram sofrası sohbetlerinde, yüzü gittikçe silinen bir isimden ibaret olacağız ve giderek eski devirlere ait, adsız sansız yığının içinde kayıplara karışacağız.”(sayfa 18)
Bu satırları okuyunca sarsılıyor insan ve hemen sayfayı çevirip ana hikâyeye (hem yazarın hem bizim hikâyemize) kaptırmak istiyor kendini.
Roman, anlatılan/betimlenen fotoğraflarla ilerleyen bir metin. Şu an 83 yaşında olan Annie Ernaux Seneler yayımlandığında 68 yaşındaydı. Okurken sıklıkla şunu hissettim: Yazar yanıma oturmuş, albümünü açmış, her bir fotoğrafı gösterirken hem kendisini, hem ülkesini, hem insanlığı anlatıyor bana. Yazımı da bu anlatılardan en çarpıcı bulduklarımdan biriyle bitirmek istiyorum. 1960’lı yılların insanını anlatırken şu cümleleri kuruyor:
“2000 yılını kafalarında canlandırmaya çalışıyorlardı, hâlâ hayatta olup olmama ihtimallerini, o zaman kaç yaşına basacaklarını hesaplıyorlardı. Yüzyılın sonunda hayatın nasıl olacağını tahayyül ederek eğlenirlerdi, yemek yerine bir hap yutulacak, her işi robotlar görecek, Ay’da evler inşa edilecekti. Kırk yıl sonra hayatın nasıl olacağını kimse çok umursamadığından kısa kesiyorlardı, aman hayatta olalım da yeter.” (Sayfa 79)
e-posta: engin.topuz45@gmail.com
Seneler, Annie Ernaux
Can Yayınları, 2021
232 sayfa.