PENCERE

Abone Ol

İki insan değil de iki komşu olduğumuzu düşünmek isterdim aslında. Ama değil karşı apartmanda oturanları, kendi evimin alt katlarında yaşayanları bile tanımadığım için komşuluk benim için yalnızca uzak geçmişe ait bir kavramdan öteye gidemiyordu. Kendi uzak geçmişimde, çocukluğumda yani, komşu denen şeyi ben bir aile bireyi sanırdım. Üç katlı apartmanın bahçesinde babamın tavla oynadığı Nurullah Amca’nın da bizim evde yaşadığına inanırdım örneğin. Bina aslında tek bir evden oluşuyordu da, insanların gece uyumaya çekildikleri yerler o evin odalarıydı. Çünkü ben akşamüzeri okuldan geldiğimde, bahçede yemek masası kurulmuş oluyordu her seferinde ve o üç katlı binada yaşayanlar, yemeğimizi hep birlikte yiyorduk. Yemekten sonra da kimse odalarına dağılmıyordu üstelik. Çaylar içiliyor, çekirdekler çitleniyor, tavla oynanıyor ve ben ödevlerimi de yaptıktan sonra yorgun düşüp yatağıma girdiğimde, bahçeden gelen kahkahalarla örülü neşeli bir sohbetin eşliğinde uykuya dalıyordum. Önce Nurullah Amca öldü, babam tavlaya küstü; sonra babam öldü annem hayata… Sonra da komşuluk falan kalmadı zaten.
Pencerenin önüne çocukluğumu düşünüp komşuluk üzerine kafa yormak için gelmedim tabii, herhangi bir şeyi düşünmek için de gelmedim. Okuduğum roman sürükleyici olmasına rağmen bitmek bilmiyordu ve ara verince sanki bitmesi hızlanacakmış gibi ani bir şekilde kapattım kapağını, ayağa kalkıp pencerenin önüne geldim. Bunda romanın kurgusunun da etkisi vardı elbette. Çünkü romanın kadın karakteri, roman okurken uykuya dalıyor ve hikâyenin içine uyanıyordu. Okuduğu romanın karakterleriyle bir maceraya giriyor, yaşadığı dünyaya döndüğünde de gördüğünün bir düş olmadığını anlıyor, gerçeklik algısı büsbütün değişiyor, iki dünya arasında gidip gelirken türlü tehlikelerin ortasında buluyordu kendini. Saatlerdir okuduğum için gözlerim yorulmuştu ve romanı okurken uyuyakalmak, uyuyakalıp romanı düşümde görmek ve sonsuz bir sarmalın içine yuvarlanmak istemiyordum. Pencere ve dışarıdaki dünya, taşıtlarla insanların oluşturduğu gürültünün egemen olduğu cadde oldukça gerçekti ve gerçeklik kılığına girmiş başka gerçeklere ihtiyacım yoktu. Oysa gerçeklik kılığına girmiş görünenler, gerçek sanılanlardan daha gerçek olabilirdi. Bunu kim bilebilir ki?
Benim o an bildiğim, kendimi başka bir pencerenin önünde bulduğumda, bulduğumun kendim olduğundan habersiz oluşumdu. Pencerenin önüne geldiğimde ilk yaptığım, uzun süredir yıkanmamış olmaktan beyazlığı kaybolmuş ince perdeyi çekmek ve pervazlarıyla birlikte tozdan kir tutmamış neredeyse hiçbir yeri kalmayan pencerenin camını açmak oldu. O an bir anlığına, birkaç aydır eve gelmeyen temizlikçi kadının yüzü düştü aklıma. Düşer düşmez de apartmanın önünden geçen yolcu otobüsünün kornasıyla gidiverdi. Sanki kadının yüzünün nereye gittiğini arar gibi kafamı caddedeki gürültüden alıp karşıya çevirdiğimde de o yaşlı adamın mutlu bakışıyla karşılaştım. Dosdoğru bana bakıyordu, gözlerinin mavi ışıltısını görebiliyordum. Burnuna yaslanmış gözlüğünün üzerinden anlamını sezemediğim bir anlamla bakıyordu bana. Tebessümü dudaklarından yuvarlak yüzüne yansıyordu. Benden en az yirmi yaş büyük gösteriyordu. Bir an bana bir şeyler anlattığını hissettim, ağzından kelimeler çıkmadığı çok belliydi ama anlattığı bir şeyler vardı, bundan emindim. Sanki ağzından çıkmayan kelimeleri duyacakmışım gibi yüzümü yan çevirerek kulağımı onun penceresine doğru döndürdüm, caddenin gürültüsünü aşıp ne dediğini duymaya çalıştım.
İşte o anda kendimi gördüm birden. Yaşlı adamın penceresinin önünden çok açık şekilde görüyordum kendimi: Bir pencerenin önündeydim, camı açmış, sanki bir şeyleri işitmeye çalışır gibi yüzümü yan tutarak kulağımı boşluğa dayamıştım. Yaşlanmış yüzümde mutlu bir tebessüm hissettim. O anda içimden bir nehir gibi akıp gitmeye başladı kelimeler. Her birini yakalayıp avucumda tutmak istedim, harf harf nüfuz etmek istedim hepsine. Başaramadım tabii. Başaramayınca kulak verdim sadece. Yirmi yıl önceki kendime baktığımın ve ona konuştuğumun bilincine vardım. Vardım da nasıl vardığımın bilincinde değildim. Tek isteğim, bir sele kapılmış gibi taşkın bir şekilde akıp giden nehrin içinden kelimeleri seçebilmek, bir an olsun onları anlamlı sözlere dönüştürebilmekti. Pencere camının yeni silinmişçesine tertemiz, pervazının tozdan arınmış olduğunu fark ettim sonra. Buna niye dikkat ettiğime de şaşırdım. Zihnimden gürül gürül akan kelimelere yetişmem gerekiyordu, bunu düşünürken camı açtım sebepsizce. Boynumu dışarı uzattım. Gülümsedim. Ben gülümserken havada harfler belirdi, birleşip kelimeler oldular, sonra söze dönüşüp bir ip gibi sıraya dizildiler pervazı kirli, yirmi yıl önceki pencereme doğru. O sıraya dizilen kelimeleri okumak için başımı biraz daha uzattığımda pencereden, yağmur yağmaya başladı. Tane tane yağdı önce, kelimelerin arasına girdi. Sonra hızlandı, kelimeleri dağıtıp harfleri uçuşturdu hafif bir rüzgârla; hiçbir şey okuyamadım, hiçbir kelimeyi duyamadım. Penceremle pencerem arasında, yağmur ve rüzgârın arasında savrulup duran harfler vardı yalnızca. Gülümsemem eksilmedi buna rağmen. Sanki böyle olmasını istiyormuş, böyle olacağını biliyormuş gibi bir huzur yayıldı yüzüme ve yüzümden karşı pencereyle aramdaki boşluğa. Sonra pencereden uzaklaşıp masama oturdum. Yolculuk yaptığı uçağın zorunluluktan iniş yaptığı ülkede konuşulan dili anlamayan ve nasıl bir dil olduğunu çözemeyen bir dil bilim uzmanının yaşadığı yabancılaşmayı anlatan romanı kaldığım yerden okumaya devam ettim. Saate baktım sonra, alt katta yaşayan komşumun gelip benimle kahve içerek sohbetiyle günümü aydınlattığı zamana az kaldığını fark edip mutfağa yöneldim. Kahve için gerekli malzemeleri tezgâha dizdikten sonra tekrar masama dönüp zilimin çalmasını bekledim. Romanı elime alıp kaldığım yeri açarken gözüm sehpadaki tavlaya ilişti, gülümsedim, eksik bir şey yoktu.
Kulağımı biraz daha boşluğa yasladım, caddenin gürültüsünü aşıp yaşlı adamın ne dediğini duymaya çalıştım. O an yağmur yağmaya başladı. Başımı göğe doğru kaldırdım. Önce tane tane sonra hızla yağmaya başlayan yağmurun arasında harfler gördüm. Hiçbir anlam ifade etmeyen yan yana, alt alta duran, karmaşık harfler. Kendi kendime onları birleştirip kelimeler oluşturmaya çalıştırdım. Bir işe yaramadı. Ya ilk sevgilimin adını kuruyordum harflerden, ya da eski karımın. Sonra beni işten tekme tokat atan ilk patronumun, kitabımı basmayan yayıncının, askerdeki bölük komutanımın, tezimi kabul etmeyen profesörün adı beliriyordu yağmur tanelerinin arasında. Hep bir isim oluşturuyordum kısacası, beni kederli bir insana dönüştüren kim varsa onların adını yazıyordum havaya. Yalnız yaşamaktan en sonunda delirmeye başladığımı düşündüm o sırada. Bir yandan pencereden dışarı uzattığım seyrek saçlı kafam ıslanmış, yağmur taneleri çenemden boynuma uzanan bir yol yaparak bedenime sızmaya başlamıştı.
İşte o anda aslında neden pencereden başımı uzattığımı hatırlayıp yaşlı adamın önünde durduğu pencereye baktım. Kimse yoktu. Adam gitmişti.
“Kederin ilacı huzurdur” dedi bir ses. Arkamı döndüm istemsizce, kimse yoktu. İç sesim olduğunu düşündüm sonra. İç sesim hep böyle oyunlar oynardı bana, alışıktım. Okuduğum bir kitaptan bir cümle olmadık zamanda aklıma düşerdi örneğin. Bu da onlardan biri olmalıydı. Ne var ki, bu sözü daha önce okumadığımdan ve duymadığımdan emindim. Sanki sesin sahibi dışarıdaymış gibi başımı tekrar yağmurun içine uzatıp karşıya baktım. Gözlerim doğrudan yaşlı adamın penceresine gitti. Pencerenin önünde kimse yoktu. Adam gitmişti. Biraz da hayal kırıklığıyla bakışlarımı aşağıya indirdim. Karşı apartmanın en alt penceresinde bir çift mavi gözle karşılaştım. Yirmili yaşlarında bir genç, gözlerini dikmiş gülümseyerek bana bakıyordu. Ne keder okunuyordu yüzünde, ne de huzur. Büyük harflerle umut yazılmıştı sanki yuvarlak yüzüne. Yirmi yıl önceki halime ne çok benziyordu.