“İnsanlar şu manasız hayata sıkı sıkıya yapışmış oldukları için Selim’in onlarla anlaşmasına imkân yoktu.”
Bu sözü sosyal ortamda paylaşsam ve altına Oğuz Atay-Tutunamayanlar yazsam sanırım çoğu kimsenin itirazı olmaz. Çünkü Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık’ın bir ‘tutunamayan’ oluşuna çok uygun bir cümle bu. Oysa bu alıntı Tutunamayanlar romanından değil, Nihal Atsız’ın Ruh Adam romanından ve adı geçen Selim de Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı değil, Atsız’ın Selim Pusat’ı…
Üstelik iki romanda sadece Selim’lerin ruh halleri değil âşık oldukları kadınların isimleri de benziyor: Günseli ve Güntülü…
Sizce şurada anlatılan Selim, hangi Selim?
“Selim bu ‘herkes’ten iğreniyor, ‘herkes tarafından’ kabul olunan düşüncelere tahammül edemiyordu.
-Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri, hainleri, budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür.”
İkisi de olabilir değil mi?
Bu da Ruh Adam romanından…
Ruh Adam ve Tutunamayanlar romanları Türk Edebiyatına aynı yıl giriş yaptı. İkisi de 1972 yılında yayınlandı. Benzer meseleleri, benzer anlatım teknikleriyle, hatta benzer karakter adlarıyla anlatan bu iki eserden biri, aradan yaklaşık yarım asır geçtikten sonra Modern Türk Edebiyatı’nın zirvesine yerleştirilirken diğeri edebiyat elitizminin önyargı duvarına çarpıyor. Birine hak ettiği değer verilirken diğerine hak ettiği değer verilmiyor. Tutunamayanlar, sosyal medya, diziler, hakkında yayınlanan kitaplar, pazarlama stratejileri sayesinde hemen herkesin bildiği, aldığı, okuduğu (her alanın okuduğu şüpheli kanımca) bir kitap haline gelirken, Ruh Adam ancak belli bir okur kitlesi tarafından sahipleniyor. ‘Tutunamayanlar’ kavramı bile bir fenomen haline getirilirken Ruh Adam, kendini nitelikli okur olarak gören birçok insanın gözünden kaçıyor.
Tutunamayanlar romanından yapılan alıntılar öylesine bilinçsiz kullanılıyor ki, romanın niteliğini de zedeliyor. Örneğin Tutunamayanlar romanından şu alıntıyı insanlar, bir sevgiliye söylenmiş gibi paylaşıyorlar:
“Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim. Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek; seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.”
Oysa bu cümleyi romanda Turgut Özben, yeni tanıştığı Süleyman Kargı’ya söylüyor. Ölen arkadaşı Selim Işık’ın diğer arkadaşlarını bulan Turgut Özben, Selim gibi çok kitap okuyan, çok derinlikli bir insan olan Süleyman Kargı’ya ulaşıyor ve kendisinin az kitap okumuş olmasının verdiği rahatsızlıkla bu cümleleri kuruyor. Fakat ne yazık ki kitap okumayı değil aforizmaları seven insanımız tarafından aşk cümlesi olarak kullanılıyor.
Ruh Adam; kralcı olduğu gerekçesiyle ordudan atılan ve üç yıl hapis yatan Yüzbaşı Selim Pusat’ın bir yıl içinde yaşadığı ruhsal dönüşümü anlatır. Edebiyat öğretmeni eşi (Ayşe) ve bir oğlu vardır (Tosun). Hayatının bütün anlamı askerlik olan Selim, bir zamanlar şiir yazdığını unutacak kadar kendini mesleğine adamış, haksız yere askerlikten uzaklaştırılmayı kabullenememiştir. Üstelik kendisi gibi ceza alan arkadaşı Şeref’in intihar etmesi onu büsbütün hayattan soğutmuştur: “Bana insanlardan mı bahsediyorsun? İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.”
Selim Pusat, günlerini odasında askeri kitaplar okuyarak, yürüyerek ve evinin yakınındaki Çamlı Koru’da gezinti yaparak geçirmektedir. Bu gezintilerin birinde meçhul bir kadın sesi duyar, bu ses şiir okumaktadır.
Râm ol bana, ruhun yeni bir âleme girsin…
Yazmış kaderin: Aşkıma ömrümce esirsin!
Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin:
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…
Sesin sahibini bulamaz. Roman baştan sona Kafkaesk bir atmosferde geçer. Neyin gerçek neyin hayal olduğunu kestiremeyiz. Hem gerçeküstücü hem büyülü gerçekçi bir yapıda izleriz olanları.
Aynı koruda Leyla Mutlak adlı genç bir kadınla tanışır. Leyla, Selim’in eşinin eski öğrencisidir. Leyla Mutlak, Osmanlı soyundan gelen bir “prenses”tir. Onu ‘Yek’ isimli bir adamdan koruyarak eve götürmesini ister. Yek, çirkin, kambur bir adamdır: “Bu yüz, yıpranmış bir gencin yüzüne olduğu kadar, genç kalmış bir ihtiyarın yüzüne de benziyordu.”
Selim Pusat, Yek ile birkaç kez karşılaşır, başka insanların yüzünde onu görür, onu öldürdüğünü düşündüğü halde tekrar karşısına çıkar. Roman sembolizmin bütün unsurlarıyla kullanıldığı bir romandır. Yek de şeytanı sembolize eder. Eski Türk lehçelerinde de “kötü ruh, şeytan” anlamına gelir. Bunu kendi de söyler: “İnsanların beni olduğumdan daha kötü tanıyarak daima lanetle anması az şey midir?”
Bir akşam Yek’le karşılaştığında Yek ona şöyle der:
“Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza âşık olabilirsiniz. Ve olacaksınız da…”
43 yaşındaki Selim Pusat, kendinden yirmi beş yaş küçük Güntülü’ye âşık olur. Güntülü, eşi Ayşe’nin öğrencisidir. Aydolu, Nurkan ve Güntülü hep birlikte gezmekteler, öğretmenleri Ayşe’nin evine birlikte gelmektedirler. Selim, önce bu hisleri reddetmesine rağmen daha sonra doktor arkadaşının da, onun hastalanıp yatağa düşmesinin sebebi olarak âşık olmasını söylemesiyle kabullenir. Doktor Cezmi tarafından aşkın şehvetin estetik şekli olarak tanımlandığı ve anlatıldığı 18. Bölüm çok çarpıcı tespitlerle doludur.
Aşk hastalığıyla yatağa düşen Selim, iyileştikten sonra bir süre önce başladığı devlet dairesindeki işine geri döner. Ama büsbütün içe kapanmış, insanlarla bağlantısını kesmiştir. “Çevresiyle o kadar ilgisizdi ki daire telefonunun nerde olduğunu bile şimdiye kadar öğrenememişti.”
Üstelik karısıyla da artık “bir evin içinde iki yabancı gibi idiler.”
Güntülü’ye uzun bir şiir yazıp gönderir. Güntülü şiiri geri gönderir. Bunu kendisini reddettiğinin delili olarak görür. “Geri Gelen Mektup” adıyla bilinen bu meşhur şiirin romanın yayınlanmasından yıllar önce Orkun Dergisi’nde yayınlandığını biliyoruz.
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…
Selim Pusat’ın yalnızlığı, yaşadığı metafizik diyebileceğimiz olaylarla da derinleşir ve giderek dış dünyadan kopar. “Selim artık dünya ile ilgisini tamamiyle kesmişti.”
Bu duruma gelmesinde intihar eden arkadaşı Şeref’in büyük etkisi vardır. Odasında Şeref’in resmi vardır ve birkaç kere Şeref’le konuşur. Şeref fotoğraftan çıkar, bir bedene bürünür ve Selim’le konuşur. Bu birkaç kez yaşanır ve her seferinde yazar Selim’in yaşadıklarının hayal olmadığına dair ipuçları bırakır okura.
Şeref, intihar ederken bir not bırakmıştır ardında: “Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum.” Bu not roman boyunca karşımıza birkaç kez çıkar. Selim’i derinden etkileyen bu sözler, giderek onun dünyadan tamamen kopmasında belirleyici olur.
Yaşadıklarından dolayı kendini suçlu hisseden Selim Pusat bir mahkemede yargılanır. Bu mahkeme insanlık mahkemesidir. Geçmişten geleceğe bütün insanların toplandığı büyük bir meydanda yapılır. Tarihten gelen bütün önemli isimler tanıklık yaparlar. Annesi dışında herkes Selim’i suçlu bulur. Romanın en büyüleyici sayfalarının olduğu bu bölümden sonra artık Selim Pusat sona yaklaşmıştır ve evinin duvarında fotoğrafının asılı olduğu çerçeveden çıkarak kaybolur.
Romanda olaylar günümüzdeki bir yıllık bir zaman diliminde geçiyor görünse de iki bin yıl öncesiyle bağlar kurulur. Roman bir Uygur masalıyla başlar ve simetrik bir şekilde aynı masalın günümüze izdüşümüyle sona erer. Güntülü ve Selim Pusat, iki bin yıl önce yaşayan ve kavuşamayan iki insanın günümüzdeki yansımalarıdır bir bakıma.
Bu yönüyle tarihi bir roman gibi başlar, siyasi telmihlerle devam eder, felsefi yaklaşımlarla sürer, bir aşk romanı hüviyetine bürünür ve nihayetinde tarihsel ve destansı bir bağla sona erer. Ruh Adam, iki bin yıl önce yaşamış ve günümüze ‘tutunamayan’ bir karakterdir.
Yazımızın başına dönersek… Postmodern edebiyatın bütün unsurlarını kullanan, hatta “boca” eden Tutunamayanlar ile aynı yıl yayınlanan Ruh Adam’da da yayınlandığı zaman için yeni sayılan birçok anlatım tekniği kullanılmıştır.
Tutunamayanlar’da olduğu gibi Ruh Adam’da da “metinlerarasılık” çarpıcı bir şekilde göze çarpar. Mahkeme sahnesi Kafka’nın Dava kitabındaki atmosfere çok benzer. Özellikle Selim’in eşi Ayşe’nin edebiyat derslerinin anlatıldığı sahnelerde birçok yazara atıf vardır. Fuzuli’den Nedim’e, Namık Kemal’den Enis Behiç’e kadar birçok alıntı yapılır.
Sembolizm neredeyse romanın tamamına hâkimdir.
Gerçeküstücü bir anlatım vardır. Çamlı Koru’daki meçhul sesin şarkı söylemesinden Yek karakterine, ölen Şeref’in konuşmalarından büyük mahkemeye, Selim’in çerçevedeki fotoğrafından çıkıp kaybolmasına kadar birçok olay buna örnek sayılabilir.
Tutunamayanlar’da olduğu gibi romanın başıyla sonu arasında bir simetri vardır: Tutunamayanlar, Turgut Özben’in mektubuyla başlar ve yine aynı mektupla sona erer. Ruh Adam, bir Uygur masalıyla başlar ve yine aynı masala atıfta bulunarak biter.
Her iki romanda da şiir, masal, destan bolca kullanılmıştır.
Her iki roman da özü itibariyle psikolojik bir romandır.
İlginçtir; bu iki romanı aynı yıl yayınlayan iki yazar iki yıl arayla, aynı ay vefat etmişlerdir. Nihal Atsız 1975 yılının 11 Aralık günü vefat etmiş, Oğuz Atay ise 13 Aralık 1977’de aramızdan ayrılmıştır.
Bu iki önemli eseri edebiyatımıza kazandıran iki değerli yazarın hak ettikleri değeri görmeleri her okurun gayesi olmalıdır.
*Alıntılar yapılırken Ruh Adam’ın Ötüken Yayınları 61. Basımı, Tutunamayanlar’ın İletişim Yayınları 16. Basımı esas alınmıştır.