Şehri tanımanın en iyi yolu sabahın ilk saatlerinde sessiz sokakları adımlamaktır.
Sokakların dili insana yansır.
İnsanlar her ne kadar şehrin rengini alsalar da bir yönüyle sokağın, mahallenin ve vatanın dilini konuşurlar. Bu dil hal dili da olabilir kal dili de.
Şehrin dilini konuşmayanlar o şehirle yaşayamaz, şehrin havasını teneffüs edemez ve o şehirde kendilerine yer bulamazlar.
Öyle ki son zamanlarda şehre dair vaatlerini sıralayan ve projelerini ortaya koymaya çalışan birçok çevre olduğu halde çoğu zaman cılız, sesi duyulmayan ancak alttan alta şehrin kılcal damarlarında yürümeye, can suyu olmaya devam eden insanlar şehrin nefes almasına daha fazla hizmet eden insanlar olarak bilinir ve tanınırlar.
Bazı günler erken saatlerinde, gün doğmadan önce şehri duymak, şehrin sesini dinlemek ve şehirle konuşmak amacıyla istasyon meydanından Dumanlı Dağa doğru yalnız ve sessiz yolculuğa çıkarım. Bu sessizliğime arkadaş olarak bazen sokak köpekleri bazen de köpeklerden kaçan kediler ve sarı sinyal lambaları eşlik eder.
Bir ambulansın acı siren sesi, trenin çığlığı ve Dumanlı Dağdan gelen kuşların baharı müjdeleyen sesi iç sesimle birleşerek bana destek olurlar.
Şehri duyumsamak istiyorsanız size tavsiyem sabahın ilk saatlerinde şehri yukarıdan bakmak ve şehrin girilmemiş, gidilmemiş sokaklarına gitmek ve belki de karşınıza çıkacak kimsesiz birisiyle konuşmak ve şehrin dertlerini dinlemek olmalıdır. Konuştuğunuz kişinin kim olduğu önemli değildir. Ne söylediği de… Anlayana çok şey söyleyecektir.
Şehrin anlatmak istediği o kadar derdi vardır ki ne yazmakla bitirilebilir ne de konuşmak şehrin derdine derman olamaz. O zaman yapılacak şey bellidir. Şehrin temel sorunlarını bilerek hareket etmek ve bu sorunları çözmek amacıyla görüşü, inancı, kimliği her ne olursa olsun şehri duyan ve şehrin sesine kulak kesilen insanlarla birlikte köklü çözümler üretme yolunda adım atmaya gayret etmektir.
Şehrin sorunları büyüktür. İnsanın yaşadığı her yerde sorun olacaktır. Şehri yönetenlerin birinci görevi insanların sorunlarını çözmek ve hatta sorunlardan önce çözüm yolları bulmak ve sorun oluşmasını engellemektir.
Şehirler insanların kalbinde yer eden anavatanları olarak bilinir. Şehirler nefes alır, insanların aldığı nefesle şehrin aldığı nefes arasında ayniyettik yoksa o şehir bazen insana küser ve bünyesinde barındırmak istemez. Mezarlıklar bu tür insanlarla doludur.
Şehirlere hayat veren her ne kadar insansa da insana hayat veren de şehirlerdir. Şehrin fiziki görünümü, mimari özellikleri tabiatla barışık yaşıyor olması, altyapı sorunlarını çözmüş ve insanı şehre bağlayan gözle görülen birkaç konudan bazılarıdır. Ancak insanı şehre bağlayan, anasının ninnisi, doğduğu evi, mahallesi ve doğuştan getirdiği kültür olduğuna göre şehirlerle insanların düşünce ve hayat modelini bütünleştiren kültürel- sosyal alanlarda şehre yatırım yapmak gerekmektedir. İnsana yapılan yatırım çok katlı apartmanlar dikmek değildir. Sadece midesine çalışan insan ne kadar huzurludur?
İnsana yapılan yatırım köklerine olan yatırımdır. Köklerini ne kadar derinde görürse insan o kadar kendisine güvenecek şehrine ve insanına değer verecek; birlikte yaşama, üretme ve gelecek adına risk alma yolunda daha emin adımlarla hareket edecektir. Ancak üzülerek söylemek gerekir ki 1930’lardan sonra şehirler şehirliliğini kaybetmiş kasaba ve köyler özelliklerini yitirmiş, insanlar erozyona uğramıştır.
Sabahın ilk saatlerinde şehri yukarıdan bakınca, şehrin damarlarını okumaya çalışmak adına bir caminin haziresinde şehrin eski sahipleri ve belki de ebedi sahipleri ile konuşunca şehrin ne kadar dertli ve ne kadar yardım istediğini daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Bazı sabahlar şehri dinlemek ve şehirle konuşmak amacıyla çıkar değişik mahallelere gider sokaklarda kaybolurum. Kaybolan ben miyim yoksa arayıp da bulamadığım şehri yok edenlerin, şehri talan edenlerin kimlikleri mi bilemem!
Evet, kaybolan bir şeyler var. Çok şey var kaybettiğimiz. Neyi kaybettiğini bilen insan kazanan insandır. Kaybetmekten kastımız maddi ve somut şeyler değildir. Asıl kaybetmek kimliğini, rengini ve nefesini kaybetmektir.
Gezip dolaştığım sokaklarda karşıma çıkan tarihi mekânlarda şunu gördüm ki şehir kendini kaybetmiş. Kendisi ile konuşacak, dertlerini dinleyecek bir el aramaktadır. Ancak bunun için şehrin kendini bulması, hatırlaması insanın kendini bulması ve hatırlaması demektir. İnsan kendini hatırladığında insanlığını hatırlayacak, medeniliğini hatırlayacak ve geçmişten gelen tüm değerlerini korumak ve yaşatmak gözüyle bakacaktır şehrini. Aksi halde şehirde yaşamanın, şehre maddi yatırımlar yapmanın şehri geleceğe taşımak adına çok büyük bir katkısı olmayacaktır.
Günümüz İnsanının en büyük sıkıntısı şehirde ne aradığını bilmemesidir. Şehri sadece ekonomik, filmlerde gördüğü, gezip dolaştığı ülkelerde özendiği ve dayatılan taşıma kültürün özelliklerini görmekse insanın aradığı şey insan hapishanelerini kurmak ve Beynelmilel dünyanın hizmetkârı ve hatta kölesi olma yolunda boynunu uzatmaktan başka bir şey aramamaktadır. İnsanı bu durumdan kurtaracak yine insandır.
Şehirli insan-medeni insandır anlayışı yerini şehirli insan canavarlaşan insan, doymayan tamahların, ceplerin, midelerin insanı şeklini almıştır. Bunun farkında olan bir avuç insan da “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” türküsünü söylemektedir.