Ömer Amca sıradan bir köylüydü.  Çiftçiydi, yaşlıydı, günlerini kahvehanede geçiren konuşkan bir adamdı.  Beni çok severdi Ömer Amca.  “Gel hoca!”, “çay iç hoca!”, “anlat hoca”.  Sıradan tanımını küçültmek için değil, yüceltmek için kullanıyor

Ömer Amca sıradan bir köylüydü. 

Çiftçiydi, yaşlıydı, günlerini kahvehanede geçiren konuşkan bir adamdı. 

Beni çok severdi Ömer Amca. 

“Gel hoca!”, “çay iç hoca!”, “anlat hoca”. 

Sıradan tanımını küçültmek için değil, yüceltmek için kullanıyorum. Bilgelik vardı sıradanlığında. Ayrıntıları yakalama gücü, hazırcevaplılığı, olaylara ve insanlara bakış açısındaki sezgi gücü aslında toplumumuzun çoğunda olan ve belki bu yüzden sıradan algılanan yetiler.

“Otur hoca”, derdi, “çay iç. Ama yakma o sigarayı, çaydan sonra!..”

Kendi de içerdi sigara, hem de ne içmek. Günde 2 paket sigaraya bana mısın demezdi. Ama çayı sigarayla içirtmezdi, “şeker atıyon çayına, nikotin boğazına yapışır” derdi. 

Benim gibi genç bir köy öğretmenine olağandışı bir sevgi gösterirdi; sevgisinin ve yakınlığının samimi olduğunu hissederdim.

Torunları öğrencimdi. Onları sorardı, derslerini. Arada bir:

“Ne alemde bizim keratalar” derdi, “okumaz onlar; babalarında 200 ağaç zeytin, dedelerinde 300 ağaç, okumaz onlar; zora düşmeden okunmaz evlat”, derdi.

İri yapılıydı, iri gözlü, kalın dudaklıydı. Sesi gürdü, karşı kahveye seslenip dert anlatır veya takılırdı köylülere. Kalıbına göre adam derler ya öyleydi, belli ki gençliğinde sözü geçen, ağırlığı olan bir adamdı.

Beni çok sevmesinin bir nedeni de memleketimdi. Asker arkadaşı varmış benim memleketli, bana baktıkça onu görürdü sanki. 50 yılı geçmiş askerliklerini yapalı, bir daha da görüşmemişler. Onu anlatırdı hep, onunla Ankara’da geçirdikleri zamanlara giderdi. “Güzel günlerdi” derdi, “dostluk başkadır evlat, yarım asır da geçse paylaştıklarını unutmazsın”.

“Evini tarif etmişti bana, sizin orda bir Ulu Cami varmış bilir misin?”

“Bilirim Ömer Amca.”

“İşte o caminin sırasındaymış. Beş dakka yürüdün mü çıkarmış sağda karşına, yaşar mı acaba bilmem.”

“Yaşıyordur belki Ömer Amca.”

“Yaşıyorsa o da unutmamıştır beni, asker arkadaşlığı unutulmaz!”

“Hiç mi görüşmediniz askerden sonra?”

“Hiç görüşemedik, nerde görüşecen evlat, iş derdine, aş derdine, eş derdine düştük.

Ben şehre bile inmeyeli yıllar var ama bilirim unutmamıştır beni.”

 

**

Bir yıl kaldım o köyde. Okullar kapanıp da memleketime geleceğim zaman kahvede gördüm yine onu. Uzaktan el etti bana, “gel hoca gel! Ahmet! Çay getir hocaya!”

Oturdum.

Çıkardı yine sigarasını, tutuşturdu elime bir tane, ama yinelemeden durmazdı:

“Yakma şimdi, çayını iç, öyle.”

Ben çayımı içerken, bir zarf çıkardı ceketinin cebinden,

“Al bunu”, dedi, arkadaşımı bul, bunu ona ver; Allah vere de değişmemiştir yerleri ama sen bulursun gene de, adı da yazıyor burda, yapar mısın bana bu iyiliği?”

Gözleri buğulanmıştı, sigara yaktı, derin bir nefes çekti,

“Toruna yazdırdım bunu, ben söyledim o yazdı, ama onun var okuma yazması, kendi okur. Bizim adresi de yazdırdım, yaşıyorsa hala, cevap yazar kesin. Bulursun di mi hoca; bak günlerimiz sayılı, hastayım, yaşlıyım artık, belki buluruz birbirimizi 50 sene sonra ha?”

“Tamam Ömer Amca”, dedim, “merak etme sen, onu bulup mektubunu ulaştırıcam, cevabını da kendim getiricem.”

“Afferin hoca! Ahmet çek bi çay hocaya!”

 

**

Sarsılmıştım… 

Kafamda soru işaretleri uçuşuyordu:

50 yıl geçmiş aradan;  adam yaşıyor mu, yaşıyorsa aynı yerde mi, beni nasıl karşılar, Ömer Amca’yı anımsar mı?

Ama Ömer Amca için bu o kadar tutkulu bir önem kazanmıştı ki hayır demeyi geçtim, cevabını bile kendi ellerimle getireceğimi söyledim.

Memlekete döndüğümün ilk günü yanımda arkadaşım, elimde zarf, Ulu Camii’nin önündeydim.

Akşam olmuştu, etraf karanlıktı, elimde net bir adres de yok! Ulu Camii’nin sırasında beş dakika yürüyeceğiz! Ama ne tarafa? Sağa mı sola mı? Camiyi arkamıza alıp sağımıza doğru yürüdük. İki dakika sonra karşımıza bir kahvehane çıktı. Kahveciyi bulduk, adamın adını söyledim. Söyledim ama heyecandan sırtımdan ter dökülüyor, ellerimin titremesini engellemeye çalışıyorum. 

Adam, “oğlunu tanıyorum, çağırtayım evden” dedi, çırağını yolladı.

Mevsimin sıcaklığı bekleyişin sıkıntısını daha da arttırdı…

10 dakika sonra meraklı gözlerle, uzun boylu, bıyıklı, kirli sakallı bir adam dikildi karşımıza:

“Buyurun”, dedi, “hayırdır?”

“Biz”, dedim, “babanızı aramıştık.”

“Babam 4 sene önce öldü; n’oldu ki?”

Ayaklarım toprağa, gözlerim adamın gözlerine gömüldü kaldı…

O an adam gitti karşımdan, Ömer Amca geldi; buğulu gözleri, umutlu bakışları, özlemli bekleyişiyle.

“Hayırdır bişey mi vardı?”

Ben şimdi nasıl anlatırım ki karşımdakine Ömer Amca’yı, onun anılarını, dostluğunu, yüreğindeki sevgiyi…

Ama yazdıkları anlatırdı belki:

“Babanıza bir mektup getirdim”, dedim, “asker arkadaşından. Öğretmenlik yaptığım köyde tanıştım, onu bulup vermemi istedi; ama durum böyle madem, size vereyim.”

“Cevap bekliyor Ömer amca!” diyemedim; adam şaşkın ve soğuk bir bakışla;

“Tamam, sağ olun”, dedi ve gitti.

O kadar…

Gitti…

Kendisine işyerinden bir not yollanmış bir ifadeyle gitti.

 

**

Ömer amcanın istediğini yapmıştım ama iki eski dostu buluşturamamıştım.

Bir hafta içim içimi yedi.

Bunu ona nasıl haber vereceğimi düşünürken,

Onun haberi geldi,

Ölüm haberi…

 

**

Dileğini yerine getirmiştim ama onu bir daha göremedim. 

Geriye onun bilgeliği, yalın sevgisi kaldı.

Ve bir de…

Dostları aramak, onlara ulaşmak için bu iletişim çağında yılların değil günlerin bile uzun olduğu hissesi…