238- Ne kadar çok kitap okuduğun değil ne okuduğun, kaç sayfa okuduğun değil kaç saatini okumaya ayırdığın önemli.
239- “Sadece herkesin okuduğu kitapları okursanız, herkes gibi düşünürsünüz.” -Murakami.
240- Murakami’ye üzülüyorum açıkçası. Bu sene de (2024) alamadı Nobel’i. Garibim, gözü açık gidecek Nobel’i vermezlerse.
241- Benim nazarımda Murakami, Japonya’nın Orhan Pamuk’udur.
242- Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabı sıradışı, ilginç bir kitap. Keyifle okumuş, epey de bilgilenmiştim.
243- Vietnam Savaşı devam ederken yazılan bir roman: Gök Cephesi. Dünya edebiyatında benzeri az görülebilecek bir eser. Savaş sırasında Vietnamlı bir yazar tarafından, askeri bir üste görevli bulunduğu sırada, 1966 yılında on hafta içinde yazılan Gök Cephesi, Amerikan askerlerinin işgal çabalarına Vietnamlı pilotların verdiği insanüstü cevabı anlatıyor. Kitabın yazarı Nguyen Dinh Thi, aynı zamanda şair ve müzisyen. Bu kısa ama benzersiz romanı okumak farklı bir deneyimdi benim için. Türkçeye çevirenin Cemal Süreya olması da eseri daha özel kılıyor. İlk olarak 1968’de Cem Yayınevi basmış kitabı. Ben Yordam Kitap’tan okudum. Önsözdeki şu cümleler romanı özetliyor bir bakıma: “Bir savaş günlüğüdür Gök Cephesi; romanımsı bir biçim verilmeye çalışılmış bir savaş günlüğü, aynı zamanda da bir aşk hikâyesi.”
244- Kendi gibi adı da güzel kitaplar:
Tarçın Dükkanları, Bruno Schulz
Fasülye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez, Wieslaw Mysliwski
Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar
Küskün Kahvenin Türküsü, Carson McCullers
245- İzmir’de bir semtte zaman geçirmem gerekiyordu; bir kafe arayıp buldum, kaldırıma konmuş bir masasına oturdum. Bir apartmanın giriş katındaydı kafe. Kahverengi ve turuncunun birkaç tonuyla dekore edilmişti. İşletmecisi (ya da çalışanı) otuzlu yaşlarında, ince uzun bir erkekti. Günümüzde az rastlanır biçimde sakalsız ve bıyıksızdı. Siyah saçları yüzünün iki yanından boynuna kadar uzanıyordu. Aydınlık bir yüzü vardı. Araçların tek tük geçtiği, sessiz bir sokak arasındaki kafenin içinde, müşteri beklemiyor da akıp geçen zamana yol veriyor gibi dingin bir görünüşe sahipti. Cama bakıp kafenin adını okudum: Keşiş Kahve. Apartmanın adını gördüm sonra: Huzur Apartmanı. Sipariş almak için yanıma geldiğinde, “Kafenizin adıyla apartmanın adı ne güzel duruyor yan yana, çok uyumlu olmuş,” dedim gülümseyerek. Önce apartmanın adına, sonra kafenin adının yazılı olduğu cama baktı hızla. Bana döndü: “Fark etmemiştim daha önce,” dedi şaşkınlıkla.
246- Huzur Apartmanı’na bakarak kahvemi içerken iki şey aynı anda üşüştü zihnime: Tanpınar’ın apartmanla aynı adı taşıyan romanı ve Haşim Abi’nin dizeleri: adımız yanyana ne güzel / bir evin kapı ziline yazılabilir belki (Orhan Haşim Elmalı, iççekişler coğrafyası, Altınordu Y.)
247- Tanpınar’ın Huzur romanında geçen şu cümledeki tespit, yazılışının üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen hâlâ geçerli bence: “Bugün Türkiye’deki nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız.”
248- Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’nden: (YKY)
*paraşütçü: Beleşçi, bedavacı; özellikle sinema, tiyatro, konser salonu vb. yerlere para vermeden giren kimse.
249- Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ından:
*mütevâzı: 1.tevâzu eden, alçakgönüllü, kibirsiz. 2.gösterişsiz.
*mütevâzî: 1.birbirine muvâzi (paralel) olan. 2. geo. paralel.
250- “vasat” kelimesini çoğu kez yanlış kullanıyoruz. Kelimeye “kötü”, “yaramaz” anlamını yüklüyoruz. Anlamının “orta” olduğunu bilmemize rağmen böyle yapıyoruz. Bir şeye “kötü” demeye dilimiz varmadığında ya da “iyi” demeye gönlümüz elvermediğinde vasat’a sığınıyoruz. 251- Sevdiğim roman başlangıçları: (9)
“1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’ın Şiirler’inin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı.”- Kâğıt Ev. Carlos Maria Dominguez. Jaguar Kitap. Çeviren. Seda Ersavcı.
252- Şiir okurken ölmek.. Üstelik arabanın altında kalmak.. Kitap tutkusunun böylesi.. Ne kadar saçma bir ölüm. Albert Camus, o soruya böyle bir yanıt da verebilirdi. (Bkz: Papirüs I, Madde:8).
253- Kâğıt Ev, keşke herkes okusa dediğim kitaplardan (Papirüs II’de önermiştim). Kitap tutkusuna, okumaya dair, kısacık ama çok derinlikli, keyifli bir kitap. Arka kapağında yazdığı gibi, “kalın ciltlerin arasında saklanacak bir mücevher..”
254- Çehov’da da, Dickens’ta da düzen tutkusu vardı. Dickens’ın tutkusu takıntı derecesindeydi. Evdeki her eşyanın sabit olmasına özen gösterirdi. Eve birileri gelip gittikten sonra hemen evi yeniden düzenlerdi. Batıl inançları vardı. Kafası Kuzey Kutbu’na gelecek şekilde yatardı. Bunun yaratıcılığını artırdığına inanırdı.
255- Düzen tutkusu Oğuz Atay’da da vardı. Kitapları okumadan önce kaplardı. Atletizm tutkunuydu. Belleği çok iyiydi. Atletizmde kırılan bütün rekorları istatistiklerine kadar biliyordu. 256- Oğuz Atay, belleği ve entelektüel donanımı çok güçlü olduğu için yakınlarının da teşvikiyle, 1959 yılında İstanbul Radyosu’ndaki İpana 21 Puan Bilgi Yarışması’na katıldı ve tüm soruları doğru yanıtlayarak büyük ödülü kazandı. Orhan Boran’ın sunduğu yarışma neredeyse bütün ülkeyi radyo başına kilitliyordu. Uzmanlar tarafından hazırlanan oldukça zor 21 soru yarışmacılara yöneltiliyor ve soruların tamamını bilene para ödülü veriliyordu.
257- İpana 21 Puan Bilgi Yarışması’nda soruların tamamını doğru yanıtlayan ilk kişi Oğuz Atay değildi. Bu yarışmada tüm soruları doğru cevaplayan ilk kişi Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un babası Gündüz Pamuk’tu.
258- Orhan Veli’nin de hafızası çok güçlüydü. Haluk Oral, Bir Roman Kahramanı Orhan Veli kitabında (YKY) şöyle diyor:
“Sait Faik ve Melih Cevdet, Orhan Veli’yi anlatan yazılarında, onun yüzlerce balık ve baharat adını sıraladığını, Boğaz’ın bütün kıyılarını tek tek sayabildiğini anlatırlar.”
259- Kelimelerin yanlış kullanımında günümüzde iki uydurulmuş sözcük birbiriyle yarışıyor ve enikonu asıllarının yerine geçmiş durumda. Bu iki kelime “tekrardan” ve “tabii ki de”. Bu iki kelime de güzel Türkçemizde yok ama öyle sık kullanılıyor ki, sanki varmış gibi, doğruymuş gibi bulaşıcı bir şekilde ağızdan ağıza, kalemden kaleme yayılıyor.
“Tabii ki de” diye bir kelime yok, (bir de yazarken hem ki’yi hem de’yi bitişik yazıyorlar ki o ayrı bir felaket), de ekini kullanarak anlamı kuvvetlendirmek istiyorlar ama zaten ki ekini kullanarak “elbette” anlamındaki “tabii” kelimesine yeterince vurgu yapıyoruz, ayrıca başka bir şey uydurmaya gerek yok!
Türkçemizde “tekrardan” diye bir kelime de yok! “Tekrar” zaten “yeniden” anlamına geliyor, “tekrardan” deyince “yenidenden” denmiş oluyor. Bir şeyin sürekli tekrarlandığını, defalarca yenilendiğini söylemek istiyorsanız, bunun yolu “tekrar” kelimesinin sonuna dan eki uydurmak değil, onun da çözümü var güzel dilimizde: “tekrar tekrar” dersiniz, ya da kulağa daha hoş mu gelsin istiyorsunuz, “tekraren” deyin. Ama gözünüzü seveyim şu iki uyduruk sözcüğü kullanmayın, kullananları uyarın.
260- Yakın zamanda okuduğum -üstelik ödül almış- bir romanda yazarın “tekrardan” kelimesini defalarca kullandığını fark ettim. Hem okuma keyfim, hem hızım sekteye uğradı. Bir üst maddede kelimelerin yanlış kullanımının ‘bulaşıcı bir şekilde yayıldığını’ söylerken dikkat çekmek istediğim tehlike bu işte. Yazar “tekrardan” kelimesini öylesine kanıksamış ki, belki yanlış olduğunu bilmesine rağmen farkında olmadan o şekilde -üstelik defalarca- kullanmış. Editörün de dikkatini çekmemiş, düzeltmenin de çekmemiş, son okuma yapan arkadaşın da gözünden kaçmış. Ayrıca ikinci baskı yapılırken de (eserin ikinci baskısıydı okuduğum) metin gözden geçirilmemiş. Kitabı okuyacak binlerce insan da olasılıkla hatayı fark etmeyecek, “tekrardan” kelimesini doğru olarak kabul edip kullanacaklar. Ne de olsa edebi bir metinde bile böyle yer alıyor… diye düşünecekler.
261- Bir edebi metinde esas aldığım şey, serüvenin sözü değil, sözün serüvenidir.