Dün ZİÇEV için düzenlenen Bursa gezisine ZİÇEV'in gönüllü melekleri ve özel çocuklara destek için katılan hanımlar yine güzel bir etkinliğe imza attılar.
Kıbrıs'ta olduğum için bu geziye katılamadım.
Ancak yine de gönlümle, dualarımla o güzel insanların yanındaydım.
Emeği geçen yönetimdeki hanımlara, Vakıf Başkanı Sayın Hüseyin Okumuş Bey ile her şartta özel çocuklar için koşturan Özden Kavukçu Şengüldüren'e gönülden teşekkürlerimi iletirim.
Sizler ve sizin gibi iyi insanlar hepiniz; hep varolun, sağolun...
Bir anıyla yazıyı noktalıyorum.
Bayındırlık Mahallesinde; o zamanlar aşırı şımarık, geçimsiz, herkesle çekişen, bizden birkaç yaş büyük, bizim hep uzak durduğumuz bir çocuk vardı.
Ona karşı tavrımız: "Aman bize bulaşmasın" şeklindeydi. Ramazan’dan bir müddet önce onunla karşılaştık, yanında eşi de vardı. Eşini de şahsen tanıyordum...
Önce onlar beni tanıdı, özel çocuklarla ilgili yazılarımı ilgiyle takip ediyorlarmış.
Bana anlatacakları olduğunu söyleyince çay bahçesinde oturduk.
Önce geçmişten, eski günlerden söz ettik sonra günümüze döndük ve anlattı...
"Biliyorsun küçükken çok yaramaz biriydim. Yaşı benden küçük olanlar benden kaçar, yaşıtlarıma da kök söktürürdüm.
Annemin babamın nasihatleri bana işlemezdi, sadece dedemden çekinirdim.
Bir de alaycı yanım vardı ki...
Herkesle dalga geçmek huyumdu...
Bu durum On beş yaşıma kadar devam etti.
Bizim sokağa Alaybey tarafından saf bir çocuk geliyordu. Komşumuzun akrabası...
Onu her gördüğümde ensesine tokat atar, saflığıyla dalga geçerdim. Zavallı bir şey diyemez, üzülür, boynunu bükerdi.
Bir gün bana "Erdal abi, bana salak demesen, ben çok üzülüyorum.
Sen benim abimsin, bana salak, saf deme ha?" derken yalvaran gözlerle yüzüme bakıyordu.
Ama ben öyle acımasız biriydim ki;
Zavallı çocuğun ensesine bir şaplak indirip; “Hadi lan gerizekalı” diye ikinci şaplağı indiriyorum ki bir el bileğimi tuttu...
Öfkeyle dönüp baktığımda, dedemin şimşek çakan gözleriyle karşılaştım.
Dedem bileğimi sımsıkı tutarken, yanımdaki çocuğa şefkatle; "Yavrum sen bu terbiyesizin kusuruna bakma, ben ona cezasını veririm. Sen arkadaşlarınla oyna" diyerek çocuğun başını okşadı. Elimi bırakmadan, aksayan ayağını sürüyerek beni eve getirdi.
Dedemi gören annem sevinçle, hoş geldin derken dedem; "İkindi namazından sonra size uğrayayım dedim. Bir çayını içerim kızım." dedi. Annem mutfağa girince dedem bana döndü.
"Oğlum benim adım ne? Mustafa... Ama herkes bana "Topal Mustafa" diyor. Neden çünkü sol ayağım aksıyor, yaşlandıkça aksama sürüklenmeye döndü. Sen doğdun doğalı beni böyle gördün.
Ama ben topal değildim, sağlıklıydım, keçi gibi dağa taşa tırmanırdım. Senin gibi de insanların zayıflıklarıyla, kusurlarıyla alay ederdim.
Mahallemizde doğuştan kalça çıkığı olan bir arkadaşım vardı. Onunla hep "topal " diye dalga geçerdim.
Zavallı her defasında "bana topal deme" diye adeta yalvarırdı.
Ama ben onu üzmekten sanki haz alırdım. Onun üzülmesini istemiyor, ama alay etmekten vaz geçmiyordum.
On sekiz yaşında bir kazada sol dizim parçalandı, üç ameliyattan sonra ancak bu kadar düzelebildim.
Sence benim geçirdiğim kazada o arkadaşımın ahı yok mu?
Bence var, çünkü onu çok üzdüm, çok kırdım, çok rencide ettim.
Ama arkadaşımın kırıldığını hiç düşünmedim...
Benim bu densizliğim Allah'ın gücüne gitmiş ki ...
Ama o arkadaşım beni görünce, benden çok üzüldü.
Yemin etti, "Sana gönül koymadım. Hep Allah'a kimseyi benim gibi etme, kimse benim yaşadığım sıkıntıyı yaşamasın diye dua ettim" dedi.
Halimi görüyorsun. Sende böyle kötü bir tecrübe yaşamak istemiyorsan aklını başına topla, o masum çocuğun gönlünü al. Sana ah etmesin, sonra aheste aheste çıkar.
Unutma, kimsenin kimseyi kırmaya, incitmeye, alay etmeye hakkı yoktur.
Allah her kulunu severek yaratmıştır.
Allah'ın yarattığı canda, tende, kusur bulmak ne haddimize...
Şimdi çok şükür sağlıklısın ama yarın ne olacağını kimse bilemez değil mi?” dedi.
Ben dedemin anlattıklarını hayretle dinlerken, hayatımda ilk kez büyük bir pişmanlık duygusuyla kıvranıyordum.
On beş yaşında, dedem benim aklımı başıma getirmiş, hatalarımı yüzüme tokat gibi çarpmıştı.
Sülo mahalleye gelince ondan özür dileyecek, gönlünü alacaktım.
Allah'ım ben nasıl bu kadar vicdansızlık yapmıştım.
O günden sonra o eski kötü huylarımı terk ettim.
Sülo'yu gelir diye çok bekledim ama gelmedi.
Komşumuza sordum, Manisa'dan ayrılmışlar.
Ona yaptıklarım içimde bir yara olarak kaldı.
Biz de o mahalleden taşındık.
Aradan yıllar geçti evlendim, çoluk çocuğa karıştım.
Sonra, sonra çocuklarım büyüdü evlendiler...
İlk torunum dünya tatlısı Alphan'ım dört yaşında yanlış bir iğne sonucu sakat kaldı.
Şu an bakıma muhtaç, engelli, özel bir çocuk...
İzmir'deler...
Onu her gördüğümde aklıma dalga geçtiğim Sülo geliyor.
O vicdan azabı da bana yetiyor.
Ya kardeşim, görüyorsun değil mi? Erdal abin alay etmenin, bir masumun kalbini kırmanın bedelini nasıl ödüyor?" Eşi üzüntüyle, "Erdal her zaman bunu anlatıyor. Ben takdiri ilahi diyorum ama...
Elden bir şey gelmiyor.
Kader! Bir de kimsenin ahını almamak lazım.
Ne diyeyim, Allah sabrını veriyor. Şükürler olsun. "
Hepimiz bir müddet sustuk ...
Tabane yılları gözümün önünden geçerken; kader ve hayatın insanları nereden nereye savurduğu, yaşanmışlıkların, nasıl izler bıraktığı, yılların insanları nasıl değiştirdiği...
Ağzımızdan çıkan her sözün ne kadar önemli olduğu gibi birçok dini ve felsefi terimler, zihnimde resmi geçit yapıyordu.
Bu yaşanmışlıkları yazmak isterim dedim.
Çok ilginç, çok ibret verici, ne dersiniz?
Erdal bey derin bir iç çekti: "Zaten onun için anlattım. Ben internette yazmayı beceremem.
Nasipmiş seninle karşılaştık. Sen güzel bir şekilde yazarsın" dedi
Eşi de; "Belki insanlara bir ibret olur. Ben de öyle düşündüm" dedi.
Çay bahçesinden ayrılırken, kulaklarımda Yunus Emre'nin; Bir kez gönül yıktın ise dizeleri, gönül bir sırça köşktür, alma mazlumun ahını… gibi birbiriyle alakasız deyimler çınlıyordu...
Ne diyeyim, her şeyi kır ama gönül kırma...
Yaratandan ötürü, yaratılanı hoş görelim, hoş söyleyelim, hoş gelip, hoş gidelim...