Bir öğle vakti Cafe Tilla’da oturuyorum. Sene 2024. Aylardan Şubat.
35 yıl önce bu kafenin ilk müşterilerinden biriyken lise öğrencisiydim. Ben liseye başladığım sene açılmıştı Cafe Tilla. 1988 yılında.
Girilmeyen, yüzülmeyen, sadece çevresindeki banklara oturularak aylaklık etmek için yapılmış ve adına şehrin kurtuluş gününü simgelesin diye bir doğal sayı verilmiş havuzun karşısında, trafik ışıklarının dibindeydi Cafe Tilla, 35 yıl önce. O vakit havuz ve onu çevreleyen alan yoktu elbette. 10 yıl önce gençliğimizin mekânlarından Tilla’yı kapatmak zorunda kalan Ergun Abi, dört ay önce yeniden açtı kafeyi. Şimdi Sultan Camii’nin karşısında, yine cadde üzerinde.
İşte ben bir öğle vakti Tilla’da dönerli tostumu yerken, gençliğimden bir parça kopuyor her ısırıkta.
Kafenin adı aynı, sahibi aynı, eh resmî kayıtlara göre ben de aynı kişiyim. Oysa ne Ergun Abi aynı kişi, ne ben o hayalperest ve umutlu lise çocuğuyum. Her şey geçen yüzyılda kaldı. Ama dönerli tostu yine çok lezzetli. İlk ısırığı aldıktan sonra Ergun Abi, gülümseyerek baktı bana: “Nasıl, aynı mı?”
“Aynı abi,” dedim, “Çok lezzetli.”
Elbette 35 yıl boyunca hiç Tilla’ya gitmemiş değilim. Elbette iki tost arasında 35 yıl yok. 1988’den kafenin kapandığı 2013 yılına değin 25 yıl boyunca, uzun aralıklarla da olsa uğradım Ergun Abi’ye.
Ama 10 yıl önce kapanınca içim bir cız etmişti ve ne vakit Ergun Abi ile karşılaşsam gençliğim film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu.
Kendisiyle özel bir yakınlığım yok. Gündelik hayatta sık görüştüğüm biri değil. Ama o ve Cafe Tilla, benim için bir simge. Benimle gençliğim arasında bir zaman tüneli.
Kafeyi yeniden açtığını öğrenince işte soluğu burada aldım.
Kafenin içindeki ilk masaya yüzüm kapıya, caddeye dönük oturdum. Aklıma çok sevdiğim bir roman geldi: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.
Sevgi Soysal’ın bu romanı çok kısa bir zaman diliminde, Ankara Yenişehir’de, Mevhibe Hanım’ın apartmanının önündeki devrilmek üzere olan kavak ağacının ekseninde geçer. Kızılay’dan Piknik’e akan kalabalığın içinden yaşam kesitleri sunar bize yazar. Roman şöyle başlar:
“Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu. Öğlendi. Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in oraya akıyordu kalabalık.”
Piknik, özellikle gençlerin uğrak yeri olan bir kafedir.
Yazar romanda bize kalabalığın içinden portreler sunar: Sevgilisiyle buluşan tezgâhtar Ahmet, sürekli söylenerek toplumsal yaşam ve haklar konusunda hükümler veren Hatice Hanım, golf pantolonuyla dolaşan mirasyedi Necip Bey, iş adamı Güngör Bey, profesör Salih Bey, Mevhibe Hanım… Devrilmek üzere olan kavak ağacının çevresinde farklı nedenlerle bulunan bu insanların her biri bir şekilde diğerinin hayatına da temas eder. Küçük hikâyeler gibi başlayan roman daha sonra Mevhibe Hanım’ın oğlu Doğan, kızı Olcay ve Doğan’ın arkadaşı Ali’nin yaşamlarında yoğunlaşır.
Romandaki Piknik ve kavak gerçekte de vardır. 1950’li yıllarda Sevgi Soysal üniversite öğrencisiydi; Kızılay’da, Tuna Caddesi’nin girişindeki Piknik’e gitmek arkadaşlarıyla en çok hoşlandığı şeylerden biriydi. Piknik, camlı vitrin terasıyla da Paris kafelerine benzetilirdi. Kavak ağacı da bu mekânın hemen yanındaydı.
Sevgi Soysal, bir röportajında romandaki amacını şöyle ifade etmişti:
“Bir kavağın devrilme süreci içinde, bir öğle vaktinde, Kızılay’dan Piknik’e akan başkent kalabalığına, bir film makinasının objektifiyle bakmak ve objektife giren kişileri, bu devrilme olayı içindeki yerlerine oturtmak istedim.”
İşte biz de lise yıllarımızda şehrin merkezinde, çarşının ortasında yer alan Cafe Tilla’ya okul çıkışlarında gider, üst kata çıkar, dışarıda akan hayata bakıp sohbet ederdik.
Şu an oturduğum Cafe Tilla ise Sultan Parkı’na bakıyor. Dışarıya, caddenin karşı kaldırımına baktım: Sultan Parkı’nın ağaçları ve caminin kadrajıma giren bir minaresi. Karşı kaldırımda bir reklam panosu, ekranında bir yazı: “Daha dinamik bir Manisa”
Daha dinamik olduğumuz yıllar geldi aklıma.
80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başlarında benim gibi lise öğrencisi olanlar, yani şu an elli yaş ve üstü olanlar çok iyi hatırlar; kahve dükkânları ve zincir kafelerimiz yoktu bizim.
Arkadaşlarımızla buluşmak için pastanelerimiz vardı ve şehrin genç girişimcilerinin sahibi olduğu zinciri olmayan kafelerimiz. Zinciri olmayan ama çok güzel tostları olan kafelerimiz.
Çünkü ne Latte bilirdik o zamanlar ne Mocha.
Kafeye girdiğimizde baristalar karşılamazdı bizi.
Hasan Abi’ye, Ergun Abi’ye, Ekrem Abi’ye giderdik. Kafe dediğimiz, pastane dediğimiz şey hem karnımızı doyurup hem arkadaşlarımızla sohbet ettiğimiz yerdi.
Cafe Tilla bunlardan biriydi. Bonjour Cafe bunlardan biriydi. Cem Cafe, Fame Cafe, Çınar…
Çiçek Pastanesi, Sergen Pastanesi, Elvan Pastanesi, Penguen Pastanesi…
E tabii ki Pop Sevenler Lokali, Öykü Bar, Mavi Bar..
Sosyal medyada değil, sosyal ortamda sosyalleşirdik.
“Çok dalma eskilere” dedim kendi kendime, “bunları başka bir yazında yazmıştın zaten.”
Ergun Abi çok mutlu oldu beni gördüğüne. Ben de onu çok iyi gördüm.
Romanlarda bazı karakterler vardır; geçmişe takılıp önlerine bakamaz, takılıp takılıp düşerler, kendilerini düşüren taşı bir türlü göremezler. Bu karakterler romanın sonunda yere serilip kalırlar.
Bir de geçmişi kendine rehber, yol arkadaşı edinip yürüyen karakterler vardır. Onlar yürüdükçe yolları aydınlanır. Onlar yürüdükçe çevrelerini de aydınlatır.
İşte Ergun Abi, herkesin bildiği adıyla açtığı yeni dükkânında, yaydığı ışıkla yetiştirdiği oğlu Ali’yle birlikte işletiyor yeni Cafe Tilla’yı. Eski bir deftere yeni sayfalar ekliyor.
O meşhur dönerli tostunu yaparken, Ali de yeni kuşağa hitap eden ürünler eklemiş menüye.
Benim kuşak tabii Cafe Tilla’dan bilir Ergun Abi’yi ama bizden bir önceki kuşak için o Manisasporlu Ergun’dur.
Kaleci Ergun.
1984-1985 sezonu 3.Lig şampiyonu Manisaspor’un kalecisi Ergun.
Bülent Hasgönüllü’nün kaptanlığını yaptığı, teknik direktörünün Mümin Özkasap olduğu Manisaspor.
“Futbolu bıraktıktan sonra Cafe Tilla’yı açtım. 25 yıl devam ettik. 10 yıl önce kapatmıştım işte, biliyorsun. Çocuklar, torunlar çok isteyince açtık yeniden. Eski müşterilerden çok gelen oluyor, sağ olsunlar.”
Bir şehrin kimliğini oluşturan ve sonraya aktaran en önemli şeylerden ikisi mekânlar ve kişilerdir. Anı dediğimiz şey, yaşandığı andaki mekân ve oradaki insanlarla özdeştir. Şehrin dokusunda iz bırakanlar, o şehre ve insanlarına bir şeyler-değerli bir şeyler katanlardır.
Ergun Abi’ye, Fuat Abi’ye, Hasan Abi’ye, Ahmet Abi’ye ve adını unuttuğum, saymakla bitmeyecek, gençliğimizde bizim hep sırtımızı sıvazlayan şehrin bütün güzel abilerine selâm olsun.
Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiirinde dediği gibi:
“İki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”