İnsanların birbirlerine ve toplumlarına yabancılaşmalarının temelinde iletişimsizlik yatıyor. Ama bu iletişimsizlik konuşulan dilden kaynaklanmıyor. Farklı dili konuşan ama oldukça iyi anlaşan sayısız insan var. Aynı dili konuşuyor ama anlaşamıy

 

 

İnsanların birbirlerine ve toplumlarına yabancılaşmalarının temelinde iletişimsizlik yatıyor. Ama bu iletişimsizlik konuşulan dilden kaynaklanmıyor. Farklı dili konuşan ama oldukça iyi anlaşan sayısız insan var. Aynı dili konuşuyor ama anlaşamıyoruz, bu da bizi giderek daha çok yalnızlığa, toplum-dışılığa sürüklüyor. 

Dünyada yedi bine yakın dil konuşuluyor, tabi bunların sadece birkaç yüzü işlevsel ve kitlesel. Yaşayan dillerin %80’ini dünya nüfusunun %1’i konuşuyor! 

Dünyanın ve insanın tarihi gibi, dillerin oluşumu da merak edilmiştir hep. İnsanlar nasıl ve ne zaman konuşmaya başladılar, dilleri nasıl yarattılar, diller hangi aşamalardan geçerek çeşitlendi ve evrildi? 

Aslında yanıtı çok da zor değil. Nasıl ki, yeryüzündeki kıtalar, okyanuslar, adalar vs. yüz milyonlarca yıl önce günümüzdeki gibi değildi, zamanla birbirlerinden koparak, ayrılarak bu duruma geldiler, ki 225 milyon yıl önce tek bir kara parçası vardı-pangea- ve ancak yüz milyon yıl sonra bugüne benzeyen kıtalar oluşmaya başladı; insan toplulukları da tüm kıtalara yayıldılar ve farklı zamanlarda farklı dilleri yarattılar. 

Ama efsaneler daha çok hoşumuza gidiyor. 

Örneğin dillerin oluşumuyla ilgili en yaygın efsane Tevrat’ta bile yer alıyor. 

Hepimizin duyduğu ama gerçekten inşa edilip edilmediğinden emin olamadığımız Babil Kulesi’nin bitirilememesinin sebebi Tanrı’nın farklı dilleri yaratması ve insanların anlaşamamasıymış

Babil’de yaşayan insanlar aynı dili konuşurlar ve çok da iyi anlaşırlarmış. Gökyüzünde yaşadığına inandıkları Tanrı Marduk’a ulaşmak için bir kule yapmaya karar vermişler. Kule inşaatı zamanla oldukça yükselmiş. Tanrı bu durumdan endişelenmiş, insanların kendi katına çıkmalarını istemiyormuş. Çözüm olarak da her birine farklı bir dil vermiş ve Babil halkından hiç kimse birbirini anlamamaya başlamış, kulenin yapımını bitirememişler. Tanrı da şiddetli ve uzun süreli bir fırtına çıkartarak, kuleyi yerle bir etmiş. İnsanlara verdiği binlerce dil de tüm dünyaya yayılarak günümüze kadar gelmiş.

Bütün dünya aynı dili konuşsa hiç fena olmazdı gerçi. Her milletten insanla rahatlıkla konuşabilmek, her türlü yayını anlayabilmek güzel olurdu. Yabancı dil kursları olmazdı, çevirmenlere de gerek kalmazdı tabi. Her çıkan romanı yazıldığı dilde okumuş olurduk. Herkesin konuşabildiği tek bir dünya dili yaratma çabaları olmuş aslında. Bunda başarılı olup ‘yapay bir dil’ yaratılmış.

Bu dilin yaratıcısı Polonyalı bir göz doktoru. Doktor Zamenhoff

1890’larda böyle bir çaba içine giriyor. Esperanto adını verdiği basit, yapay bir dil yaratıyor. Amacı tüm insanların anlaşabilmesini sağlamak. 

Esperanto bugün de varlığını devam ettiriyor. Yeryüzünde bu dili konuşan 2 milyona yakın insan var. İki bine yakın insanın da ana dili olmuş. Zamenhoff’ tan yüzyıl geçmesine rağmen, bu dile gönül verenler, örgütlenmişler, evlilikler yoluyla yayılmışlar ve bu dili yaşatmışlar. Bayrakları bile var.

Konuştuğumuz dilin yaşadığımız yerde insanlarla anlaşabilmekte ne kadar önemli olduğunu ama topluma yabancılaşmanın da tek sebebi olmadığını “Epepe” romanı mükemmel anlatıyor.

Uyanıkken bir karabasana tanık olmak istiyorsanız Macar yazar Karinthy’nin kitabını okumalısınız. İletişimsizliğin nasıl boğucu bir kabusa dönüşebildiğini, her şeyin tanıdık olduğu bir şehirde iletişimsizlik duvarının yükselerek nasıl umutsuz bir çırpınışa büründüğünü ustalıkla anlatıyor.

Romanın kahramanı bir dilbilimci. Helsinki’de toplanacak bir dilbilim kongresine gitmek için uçağa biniyor ama yolculuğun sonunda kendisini anlamadığı bir dilin konuşulduğu bir kentte buluyor. Çağdaş bir şehir, tanıdık binalar, bilindik insan yüzleri, ama her şey yabancı. Onlarca dil bilmesine ve hemen hemen tüm dillerin özelliklerine, yapısına hakim olmasına rağmen, konuşulan dili çözemiyor, kendini ifade edemiyor. İnsanların konuştuklarının tek bir kelimesini bile anlamıyor. Kendine bir çıkış yolu ararken, bitmek bilmez kuyruklardankendini kurtaramıyor. Hapse düşüyor, aşık oluyor, nedenini anlamadığı bir ayaklanmaya bile katılıyor.

Yazar ‘dil’ olgusunu bir metafor olarak ustaca kullanmış. Kişinin, kendisini tanımak için yaşadığı çevrenin alışkanlıklarını tanımak ve uyum sağlamak için gösterdiği çabayı resmetmiş. Hele modern dünyada kalabalıklar arasındaki yalnızlığın insanı daha çaresiz duruma sürüklediğini düşünürsek çoğumuzun yaşamına ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.

‘Sosyal bir varlık’ olan insanın sosyalleşmesinde dil bir araçtır yalnızca. Hatta bazen yalnızca bir ayrıntı