Elimde kitabım, ağaçların ve yeşilliklerin arasında ilerledim. Hem öğle güneşinin vurmadığı, hem de okumaya elverişli sakin bir masa arıyorum. Saruhan Park, gölgeliklerinde zaman geçirmek, okumak ya da yalnızca dinlenmek, kendini dinlemek için biçilmiş kaftan. Yüksek ağaçlar serin gölgelikler oluşturuyor. Dalların arasından sızıntılar yapan gün ışığı çimenlere vuruyor. Ortalık sessiz. Bu saatte pek insan olmayacağını tahmin etmiştim zaten. Bahçedeki küçük masalarda oturmaktansa, çay bahçesinin eskisi gibi küçük olmayan, oldukça genişletilmiş ve özellikle kış akşamları dolup taşan merkezi yapısına yakın, üstü yağmur ve güneşe karşı korunaklı, geniş, uzun bankların olduğu bölüme yöneldim. Hem garsonlarla daha çabuk iletişim kurabilirdim böylece. Yaz akşamları bahçesi, kış akşamları kapalı yapısı öylesine kalabalık olur ki buranın, böyle sakin zamanlarında gelip tadını çıkarmak hoşuma gidiyor. Buranın doğal, yeşil ortamından ya da böyle zamanlardaki sakinliğinden çok beni çeken başka bir şeyi var. Konumu…
Bu parkın olduğu yer Manisa’nın en önemli tarihsel figürlerinin kesişme noktası. Parkın batı tarafında kente yıllarca adını ve ününü veren Saruhan Bey’in heykeli ve hemen yakınında türbesi var. Doğu tarafında Mimar Sinan’ın bitimini göremese de son eseri, son imzası Muradiye Camii. Karşısında, kuzeyde, caddenin tam ortasındaki Merkez Efendi Heykeli’nin etrafından gün boyu taşıtlar, insanlar geçip duruyorlar. Merkez Efendi’ye birkaç adım mesafede, onun hazırlayıp Hafsa Sultan’a sunduğu mesir macununun, yüzyıllardır süren bir gelenekle her baharda halka tonlarcasının saçıldığı Sultan Camii veya en az o isim kadar yaygınlaşmış ismiyle Mesir Camii… Külliye olarak yapılan caminin içinde olduğu parkta da Hafsa Sultan’ın küçük bir heykeli var. Saruhan Parkı’nın arkasında da tüm haşmeti ve mitolojik heybetiyle Spil yükseliyor. Parkın bu konumu bana öteden beri cezbedici gelmiştir. İnsanın yalnız kalıp zihnini dinlendirmek, düşüncelerini Manisa tarihiyle harmanlamak için kentin en ideal yerlerinden biridir burası.
İki masada oturan insanlar vardı. Uzak masada orta yaşlı bir çift, baştaki masada da genç bir kız oturuyordu. İkisinin arasında ortalarda bir yere oturmaya karar verdim. Masaların olduğu bölüme girince genç kızla göz göze geldik. Kocaman siyah gözlerini bana dikmişti. Ürktüm birden. Öylesine siyah bakıyordu ki, kendimi bir suç işlemiş de yakalanmışım gibi hissettim. Gözlerimi kaçırdım hemen. Neden bana dikmişti ki gözlerini? Aslında bana öyle gelmişti. Çünkü kulağında kulaklıklar vardı ve olasılıkla dinlediği müziğe kaptırmıştı kendini. Önünde de çalışma notlarına benzeyen kâğıtlar, elinde kalem… Ders çalışıyordu muhtemelen ve o an iri gözlerinin baktığı bendim belki ama gördüğü ben değildim. Upuzun siyah saçları vardı, kendi dünyasına gömülmüştü ve son derece huzurlu görünüyordu. Yanından geçip arka çaprazında bir masaya oturdum. Otururken de diğer masaya göz ucuyla baktım. Yan yana oturan çiftin, birini bekler gibi bir halleri vardı. Saate bakıp birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı. Duyamadım ne dediklerini. İkisi de kiloluydu ve sanki her gün denetlercesine aynı kiloda görünüyorlardı. Garson geldi yanıma, sade bir Türk kahvesi söyledim. Bu Türk kahvesi söylemekten de hiç haz etmiyorum. İnsan kendi ülkesinde, kendi vatanına has kahvenin başına neden “Türk” sözcüğü getirme zorunluluğunda hisseder ki kendini? “Kahve” demeliyim ve “Türk kahvesi” gelmeli önüme. İtalyan espressosu diye bir şey duydunuz mu hiç? Ama ne yazık ki çoğu yerde yalnızca ‘kahve’ dediğinizde bizim kahvemizi getirmiyorlar. Ben de bunu birkaç kez test ederek canım çok sıkıldığı için teslim oldum artık, açıklayıcı söylüyorum siparişimi. Garson uzaklaşınca, kitabımı, sigaramı koydum masaya. Kitap okumaya gelmiştim ama hemen yanı başımda yer alan oyun parkındaki çocuklar izin vermeyecek anlaşılan. Üç tane çocuk var sadece ama parkın sessizliğini yırtarcasına bağıra çağıra koşuşturup oynuyorlar. Ders çalışan kızın neden kulaklık taktığı anlaşıldı diye düşünüyorum. Kız aslında üniversite öğrencisi gibi de görünmüyor. Yaşını tahmin etmeye çalışıyorum; yirmi beş, belki bir-iki yaş daha fazla. Ama bu yaş tahminlerimde hep yanılmışımdır. Ayrıca üniversite okumak için herhangi bir yaş sınırı olmadığını unutuveriyorum. Genel geçer yargılar algılarımızı belirliyor. Garson geldi bu arada, önce onun masaya uğradı ve bir bardak çay bıraktı. Kız, “thank you” diye yanıt verdi. Buralı değil… İri gözlerini, kemerli burnunu seçebiliyorum uzun saçlarının arasından. Garson aramıza girdi. Elindeki tepsiden bakır kap içindeki fincanı masama koydu, bakır cezveden kahveyi fincana boşalttı, bir şişe soğuk su ve bardağı da bırakıp “afiyet olsun” diyerek gitti. Kıza baktım, kulaklıklar hâlâ kulağında ama bu kez telefon görüşmesi yapıyor. Kulak kabarttım, Türkçe değil, İngilizce de değil konuştuğu, sanırım Arapça konuşuyor. Buralı değil demiştim ama buralı işte… Ortadoğulu sonuçta, bizden biri… Bu coğrafyadan. Belki Suriyeli, belki Iraklı… Burada üniversite okuyor belli ki… Çocukların gürültüsü kitaba olan ilgimi azaltınca dikkatim bu kıza çevrilmişti. Onu ne dediğini anlamadığım telefon görüşmesiyle baş başa bırakıp bir sigara yakarak kahvemi yudumluyorum.
Yüzüm Saruhan Bey’in heykeli ve türbesinin olduğu alana dönük. Ağaçların arasından heykeli görmeye çalışıyorum. Türbe neredeyse yedi yüz yıllık ama heykel benimle yaşıt sayılır. Yetmişli yılların başlarında yaptırıldığını biliyorum, zamanın belediyesinde kim düşünmüş ve bu işi kotarmışsa teşekkürü hak etmişler. Çay bahçesine doğru gelirken heykelin önünden geçtim. Saruhanoğulları Beyliği’nin kurucusu, sağ ayağı bir adım önde, tüm heybetiyle Merkez Efendi’ye ve her baharda şifalı macunları kapmak için binlerce insanın toplandığı alana bakıyor. Heykelde önemli bir eksik var. Üstüne yerleştirildiği kaidede bilgilendirici hiçbir yazı yok. Ne Saruhan Bey’in adı, ne hakkında birkaç satır, ne de heykelin ne zaman yapıldığıyla ilgili kısa bir açıklama… Manisa’ya dışarıdan gelip bu kentle ilgili bilgisi kısıtlı olanlar düşünülmemiş. Herkesin heykelin kime ait olduğunu bileceği varsayılmış. Ya da heykelin hemen yakınındaki, Saruhan Bey’in torunu İshak Bey’in yaptırdığı türbenin kapısındaki açıklamaya güvenilerek, insanların “madem bu türbe Saruhan Bey’in, o halde şu heykel de onun heykeli olmalı” çıkarımında bulunacakları düşünülmüş. Hadi heykelin yapıldığı 1973 yılında bu akıl edilememiş, aradan geçen kırk yıldan fazla zamanda, kenti yöneten onlarca belediyenin bu eksiği fark edip sadece heykelle ilgili bilgi de değil, türbe ve heykelin olduğu bu alanda modern ve tanıtıcı, dikkat çekici bir düzenlemeye gitmemesi de şaşırtıcı doğrusu.
Saruhan Bey dönemini düşünüyorum. Yalnızca zamanın siyasi hareketliliğini ve bu kenti beyliğinin merkezi yapmasını değil. Öndeki masadan kulağıma çalınan Arapçanın da etkisiyle dönemin sosyal yapısını düşünüyorum. Türkçe dışında sadece Arapça değil Rumca da çok konuşuluyordu bu şehirde doğal olarak. Saruhan Bey burayı bir Türkmen kenti yapana değin Bizans’ın elindeydi bu topraklar çünkü. Buralarda ayrıca bolca İspanyolca ve Katalanca da konuşuldu kısa bir süre. Bizans imparatoru kenti ve çevresini Saruhan Bey’e kaptırmamak için paralı İspanyol ve Katalan askerlerini sürmüştü üzerine. Ama o askerler kısa süre sonra sonuç alamayacaklarını anlayınca geri çekilmiş ve Bizans adına savunmasız bırakmışlardı Magnesia ve çevresini. Selçuklu sultanı II. Mesud’un emriyle buraya gelen Saruhan Bey amacına nail olmuş ve otuz yıldan fazla beylik yapmıştı Spil’in eteklerinde, Gediz Ovası’nda ve çevresinde.
Anadolu beylikleri haritasında gördüğüm zaman Saruhanoğulları Beyliği’ni, içimi tuhaf bir mutluluk kaplardı öğrenciliğimde. İnsanın kendi şehrini derste, televizyonda görmesi mutluluk vericiydi. Çok adı geçmezdi çünkü Manisa’nın ne haberlerde, ne gazetelerde. Kısıtlı iletişim olanaklarının olduğu devirde yaşadığın şehri görmek, duymak çocukça bir sevinç kaynağıydı. TRT’nin bölge bölge verdiği hava durumlarında bile Ege Bölgesi’nde İzmir’in adı geçer, Manisa’nın geçmezdi. Burası kaç derece peki, diye sorardım, annem İzmir’den bir-iki derece sıcak, öyle hesap et, derdi.
Kızın yanına on üç-on dört yaşlarında bir çocuk yanaştı. Down sendromlu bir çocuk. “Napıyon?” dedi kıza. Elinde mendil, sakız gibi şeyler var, belli ki onları satmaya çalışıyor. Kız başını kaldırdı, çocuğa elindeki not kâğıtlarını gösterdi, ‘çalışıyorum’ anlamına. Çocuk üstelemedi, uzaklaştı, kız da kendi dünyasına gömüldü yeniden. Arkamda oturan çiftten kadının sesini duydum, “gelmeyecek, gidelim”, diyordu. Adam karşılık vermedi, kalktı, kadının peşine takıldı, çıkıp gittiler parktan. Arkalarından baktım, Muradiye Camisi’nin girişinin olduğu yerdeki caddeye çıktılar, camiyi yanlarına alıp aşağıya doğru yürüyüp gözden uzaklaştılar.
Muradiye Camii aynı Sultan Camii gibi bir külliye olarak tasarlanıp yapılmış. Bu külliyenin içinde bir kütüphane vardı, hâlâ var sanırım, ilkokula giderken o kütüphaneye geldiğimi anımsıyorum. Birkaç kere arkadaşlarımla gelip ödevlerimizi orada yapmıştık. O yaşlarda, evimden başka bir yerde, arkadaşlarımla beraber, bir kütüphanede kitapların içine gömülmenin bana iyi geldiğini anımsıyorum. Tiyatro dünyasına bir şekilde adım atan insanın artık tiyatrodan kopamayacağını anlatmak için “sahnenin tozunu yutmak” deyimi kullanılır, sanırım benim de tutku derecesindeki kitap sevgimin temelinde, kütüphane tozu yutmamın payı vardır. Muradiye Külliyesi’nde cami ve kütüphane dışında medrese, imarethane ve dükkânlar da inşa edilmişti. Cami bildiğim kadarıyla Mimar Sinan’ın Ege Bölgesi’ndeki tek eseri olarak biliniyor. Projenin Mimar Sinan’a ait olduğu kabul edilmekle birlikte, Sinan caminin inşasında bulunamadığı gibi, bittikten sonra yapıyı da göremiyor. Çünkü üç önemli hükümdar döneminde (Kanuni, II. Selim, III. Murad) baş mimarlık yapmış olan, bir asırdan bir yıl eksik ömür sürmüş, tarihimizin en büyük sanat dehalarından olan Mimar Sinan, bu cami projesi ondan istendiğinde doksanlı yaşlarındaydı ve İstanbul dışındaki inşaatlara kendi gitmiyor, yanında yetişen mimarları gönderiyordu. Muradiye Külliyesi’nin de inşası Mimar Sinan ekolünden yetişen Mimar Mahmut Ağa tarafından başlatılıyor ama onun ani ölümü üzerine Mimar Mehmet Ağa tarafından tamamlanıyor. Manisa’da şehzadelik yapmış hükümdarlardan biri olan III. Murad, camiyi hükümdar olduktan sonra yaptırıyor. 1583’de başlayan inşaat 1585’de bitiyor ama külliyenin diğer yapıları devam eden süreçte yapılıyor. Bu cami aslında III. Murad’ın aynı yere yaptırdığı ikinci cami. Burada şehzadelik yaptığı dönemde bir cami yaptırıyor fakat hükümdar olduktan sonra o caminin hem küçük hem yetersiz olması nedeniyle bu külliyeyi inşa ettiriyor. Külliyenin medrese ve imaret bölümleri sonraki yıllarda müzeye dönüştürülüyor. Müzeyi de ilk gezişim öğrenciliğime denk düşüyor. Ortaokuldayken bir öğretmenimizle sınıfça gelerek dolaşmıştık müzeyi.
Bir iki masa önümde oturan, kendini hem önündeki çalışma kâğıtlarına hem de kulaklığından gelen müziğe kaptırıp çevreden soyutlayan gencin yalnızlığı az önce sona erdi. Bir arkadaşı gelip kulaklığının birini kulağından çıkarıp onu şaşırttı, sonra sarılıp karşılıklı oturdular. İki genç kız derin bir sohbete daldılar. Masadan Arapça, Türkçe ve İngilizce cümleler iç içe geçmiş bir halde parkın sessiz ortamında dans ediyor sanki. Birçok kültürün, devletin ve toplumun yaşadığı, birçok uygarlığın yeşerdiği veya kavşak noktası olduğu bir yerde, üç ayrı dilin aynı anda konuşulması kadar doğal bir şey yok. Neşeli oldukları kadar, huzurlu görünüyorlar. En ihtiyaç duyduğumuz şey, huzur. Esenlikler dilenirdi eskiden. Ne güzel dilektir aslında, hem huzuru, hem sağlığı, hem mutluluğu kapsardı. Artık esenlik dilenmiyor, “hoşça” kalınıyor.
Garsona çay siparişi verdikten sonra, masalarına güneş vurmaya başladığı için, kalktılar, birkaç masa arkamda gölgede bir masaya oturdular. Ben de yeni bir çay söyleyip kitabımı okumaya başladım…