Fatih Parkı’nı Cumhuriyet Meydanı’na bağlayan merdivenleri çıkıp meydandaki kafelerden birine oturdum. Başımı hafif yukarı kaldırınca Hükümet Konağı’nın üzerinden Spil’in zirvesini görüyordum. Göğü işaret edercesine sivri ve gri tepesine baktım Spil’in bir süre. 1513 metre boyunda bir devin gölgesinde yaşadığımızı düşündüm. Bir dağ eteğinde kurulmuş bir kentte yaşıyorsanız eğer, o dağdan kaçamazsınız. Bütün şehir onun gölgesidir. Yapılacak şey kaçmaya çalışmak değil, o gölgeyi huzurlu bir sığınak olarak görmektir. Bir dağcının sözleri geldi aklıma: “Ben bir dağa tırmanırken, o dağı rakibim olarak görmem. Onunla savaşmam. Beni kabul etmediğini hissedersem tırmanışımı yarıda bırakır, geri dönerim.”
Gözlerim, dağın çıplak zirvesinden meydana indi. Meydanın palmiyelerle çevrili olduğu zamanları anımsadım.
Yüzyıllık konağa baktım sonra. Atlattığı badireler, geçirdiği yangınlar geldi gözümün önüne. Tüm bilgeliği ve heybetiyle, zamana açılan bir kapı gibi dimdik ayakta duruyordu. Ne çok yanılırız sadece insanların konuştuğunu düşünerek. Binalar da konuşur. Öyle yapılar vardır ki, yalnızca bakarak dinleyebiliriz onları. Suskun gövdeleriyle, duymasını bilene ne çok şey anlatırlar oysa.
Şu anıt örneğin; Atatürk ve Milli Egemenlik Anıtı… Sıradan bir anıttan ötedir, anlattıklarıyla. Atatürk’ün önderliğinde yeni bir toplumun oluşumunu ne güzel anlatır. Üretken köylüsüyle, kitabı kolunun altında genciyle, askeriyle, yurt savunmasındaki kadını erkeğiyle, savaştan çıkıp modernleşen bir toplumu ne güzel anlatır. Tankut Öktem sadece bir anıt yapmamış, bir tarih anlatıcılığına soyunmuştur. Tarihimizin en anlamlı kesitlerinden birini görsel bir kompozisyona dönüştürmüştür. Ani bir trafik kazasıyla aramızdan ayrılmasaydı, eminim ülkenin dört bir yanında nice eserler daha verecekti.
Otuz üç yıldır bu anıt bu meydanda. Her gün yüzlerce, belki binlerce insan bu anıtın önünden geçiyor. Kaç tanesi durup anıtın anlattıklarına kulak veriyor acaba? Tarihin içinden gelen sesleri kaç kişi dinliyor? Anıtın önünden geçerken bir fısıltı duyacaksınız. Geçmişin fısıltısıdır o, durun ve kulak kabartın bence.
Kafenin işletmecisi Hakan kardeşim, bir merhabayla yanıma gelince, tarihten günümüze döndüm. Kısa bir sohbetten sonra o işine döndü. Kahvem geldikten sonra yanımda getirdiğim kitabı açtım. Bugün Kavafis okuyasım var. Herkül Millas- Özdemir İnce çevirisiyle. Bu çeviri en sevdiğimdir, Varlık Yayınları yayınıdır. Onun şiirleri, insan-kent ilişkisini belki de en iyi anlatan şiirlerdir.
“Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.”
 
Konstantinos Kavafis, “Kent” şiirini 47 yaşında yazdı ve 70 yaşında öldüğünde, yaşamı şiirde yazdığını kanıtlar nitelikteydi.
Kavafis 1863’de İskenderiye’de doğdu, 1933’de İskenderiye’de öldü.
29 Nisan’da doğdu ve yine bir 29 Nisan’da hayatını kaybetti. Tamı tamına 70 yıl, ne eksik, ne fazla…
Aynı sokaklarda dolaştı, aynı mahallede yaşlandı, aynı evde aklaştı saçları…
Çocukluğunun 8 yılını geçirdiği İngiltere ve ilk gençliğinde 3 yıl yaşadığı İstanbul dışında ömrünün tamamını aynı kentte geçirdi. Tıpkı şiirindeki gibi…
Yeni ülkeler bulamadı, yeni denizler de. İskenderiye hep izledi onu.
Ve bir nisan günü, evinin bir sokak ötesindeki hastanede onu sonsuza dek bağrına bastı kent…
İnsanın kentle olan ilişkisini, yalnızlık ya da yaşamın boşa harcanmışlığı duygusunu çok iyi anlatan bir şiirdir “Kent” şiiri…
Ne zaman yaşadığım şehirle ilgili ya da insanın kentle olan ilişkisi üzerine düşünsem aklıma Kavafis ve onun şiirleri gelir. “Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler” dizesi zihnimi tırmalar durur. “Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın” derim kendime. Bana karamsarlıktan çok tuhaf bir şekilde huzur aşılar bu dizeler. Nereye gidersek gidelim kendimizi de götürdüğümüzün bilinciyle, ne arıyorsak onu yaşadığımız yerde de bulabileceğimiz bilgisi yerleşir aklıma.
Kavafis’in, yaşadığı kentte tekdüze bir yaşamı vardı. Devlet dairesindeki işi dışında, iç dünyasındaki şiirlerdi onun yaşamının merkezi. “Tekdüze” şiirinde şöyle diyor:
“Bir tekdüze gün izler
Bir başka tekdüze günü
Aynı şeyler olacak ve yinelenecek
Aynı anlar bir bulup bir bırakır bizi.” 
 
Şiirlerini tekrar okurken, birkaç yıllık aralıklar dışında kırk beş yılımı geçirdiğim bu kentte, Kavafis’le aramda bir bağ kuruyorum yeniden. Hep aynı kente varacağımı biliyorum, ama her geçen zamanda kentin de, insanların da, şu dağın gölgesindeki her şey gibi değişime mahkûm olduğunu da biliyorum.
Başımı kaldırıp meydana baktığımda Kavafis’i görür gibi oluyorum. Başında siyah saçlarının yanlarından taştığı hasır şapkasıyla, palmiyelerin arasından, Şehir Sineması’na doğru yürüyor.

MANİSA GÜNCESİ 3 (OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ)