Türk edebiyatının en önemli isimlerinden, “sınırları aşan” yazarı Leylâ Erbil’in (1931-2013), ilk kitabı Hallaç’dan sonra yayımlanan ikinci öykü kitabı Gecede, ilk baskısı üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen etkisini ve önemini hâlâ koruyan bir başyapıt.
Sonraki eserlerinde de sıkça kullanacağı bilinç akışı tekniğiyle, anlatıma ve kurguya getirdiği yeniliklerle avangart bir isim olan Erbil, tam da bu özellikleri nedeniyle ne yazık ki başlarda ne yaptığı anlaşılamamış, ancak sonraki dönemlerinde hakkı teslim edilmiş bir yazarımızdır. 2002 yılında PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiş, bu ödüle aday gösterilen ilk kadın yazarımız olmuştur.
Yapıtlarında yabancılaşma, yozlaşma, kadının metalaşması, birey-toplum ilişkisini ele alan konuları işleyen, sürekli bir değişimden yana olan Erbil, J.Joyce ve W. Woolf gibi modernist yazarların ülkemizdeki izdüşümüdür. Selim İleri’ye söylediği gibi “kendi dilini yaratabilme kaygısı” taşıyan yazar, dilin ve anlatımın sınırlarını zorlamış, daha iyiye ulaşma gayretiyle yazmıştır. Uzun cümlelerinin sebebini “karakterlerin kendisini buna zorlaması” olarak açıklamış, alışık olmadığımız devrik cümleler kullanmış, “Leylâ İşaretleri” adını verdiği kendi icadı noktalama işaretleri kullanmıştır. Gecede kitabında da bu işaretler kullanılmış, hatta öykülerden önce bu belirtilerek okuyucu bilgilendirmiştir:
Bu kitapta bilinen yazım işaretlerinin yetmediği yerlerde yazarın isteği doğrultusunda,
virgüllü ünlem,
virgüllü soru,
yan yana üç virgül,
üç virgüllü ünlem,
üç virgüllü soru işaretleri gibi…
kullanılmıştır.
90 sayfalık kitapta yedi öykü bulunuyor: Vapur, Ayna, Çekmece, Hokkabazın Çağrısı, Ölü, Tanrı ve kitaba adını veren Gecede.
Kitabın ilk sayfasında sebebini bilmeyenler için şaşırtıcı bir bilgi veriliyor:
“Leylâ Erbil sadece bu kitabı (Gecede) ile 1968 Sait Faik Ödülü’ne katılmış, kazanamamıştır.”
Yazarın bu kitaptan sonra yayımlanan yapıtlarında da ilk sayfada şu nota rastlarız:
“Bu kitap hiçbir ‘ödül’e katılmamıştır.”
Leylâ Erbil’in hayatında Sait Faik’in etkisi büyüktü. Sait Faik ile tanıştıktan sonra şiirden düzyazıya yöneldi ve edebiyata daha ciddi eğildi. Sait Faik’in ölümü de onu derinden sarstı. (Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yıllar boyunca yazdığı ünlü mektupların başlangıcı bu döneme denk gelir.) Leylâ Erbil, Gecede adlı kitabını kendi imkânları ve arkadaşlarının yardımıyla bastırdı. Bu kitapla Sait Faik Hikâye Armağanı’na başvurdu. Ödülün açıklanmasından sonra başta Selim İleri olmak üzere birkaç arkadaşıyla birlikte Sait Faik’in mezarı başında buluşup yarışmalara katılmama kararı aldılar. Sonraki kitaplarında “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” bilgisinin yer almasının nedeni bu.
Gecede kitabındaki yedi öykü farklı hikâyeler anlatıyor gibi görünse de aslında yazarın vurguladığı, işaret ettiği temaların yazının başında sıraladıklarım olduğunu görmekteyiz. Özellikle kadının sadece bir meta olarak görülmesi, kişilerin içine düştükleri derin yalnızlık, yabancılaşma olgusu çok belirgindir. Ancak yazar bunları ortaya koymakla kalmaz, yapılması gerekeni de söyler: Olumsuzlukları kabullenmemeli, değişmeliyiz. Birey sessiz kalmamalı, mücadele etmelidir.
Yazarın dili, anlatımı kimi okurlara zor, anlaşılmaz gelebilir. “İncecik kitap, hemen bir oturuşta bitiririm,” diye düşünüp hayal kırıklığına uğrayabilir. Daha önce bir Leylâ Erbil kitabı okumamış olanlara alışılmadık geleceği için zorlayıcı olabilir. Oysa duru bir zihinle, düşünerek okunduğunda bambaşka bir evrende dolaştığınızı anlayıp edebi bir haz alırsınız.
Bu noktada şunu belirtmeliyim. Bizim öykü kitaplarını okurken yaptığımız bir yanlış var. Bir öykü kitabında yedi ayrı öykü varsa her öykünün ayrı bir yapıt olduğunu gözden kaçırıyoruz. Bu roman okuma alışkanlığımızın daha yaygın olmasından kaynaklanıyor. Farklı zamanlarda yazılan öyküleri bir romanın sanki ayrı bölümleriymiş gibi yanlış bir algıyla okuyoruz. Oysa her öykü ayrı bir eserdir; böyle okuyanlara önerim, okurken her öyküden sonra ara vermeleridir. Öykü ruhumuza nüfuz etmeli, zihnimizi meşgul etmeli; buna izin vermeliyiz.
Yazarın bütün eserlerinde olduğu gibi bu kitaptaki öykülerde de bilinç akışı tekniği sıkça kullanılmış. Ayrıca iç monolog, mektup teknikleri de yer almış. (Çekmece ve Tanrı adlı öyküler tamamen mektup tekniğiyle yazılmış.) Üstkurmaca (metakurmaca) yöntemi de ağırlıklı olarak kullanılmış. Bütün bu teknikler 1950 sonrası dönemde postmodern edebiyatın özellikleri olarak tanımlansa da aslında öncü karakteriyle Leylâ Erbil modernist bir yazardır. (Şimdi burada esasen bir anlam karmaşasına yol açan modernizm/postmodernizm tartışmalarına girmek istemiyorum.)
Öyküleri sırayla ve uzun uzun anlatmak yerine beni etkileyen iki öyküye değinmek istiyorum: Vapur ve Ölü.
Vapur, kitabın ilk öyküsü. Küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatılan öyküde, Beşiktaş limanından esrarengiz bir şekilde ayrılıp kaybolan ve halk tarafından bir kahramana dönüştürülen bir vapurun hikâyesi anlatılıyor.
“Hiç nöbetçisi, vardiyacısı olmadan, adamsız bir vapur kaçar mı?”
Kaçıyor işte! Oldukça absürt, gerçek dışı bir hikâye olmasına rağmen gerçeklik hissi uyandırıyor. Vapur, öykünün başkişisi. Kıyılara doluşup vapuru izleyen, kayboluşuna hayret eden halkın karşısında vapur tıpkı insanlar gibi düşünüyor, konuşuyor, dans ediyor.
“Biz buna vapurun düşünmesi diyorduk.”
Vapur bir imge elbette. Boğaz kıyılarını dolaşıyor, bu sırada okur olarak bize tarihte bir yolculuk yaptırılıyor. Evliya Çelebi’den alıntı yapılarak hikâyenin gerçeklik hissi uyandırması pekiştiriliyor. Küçük kız çocuğunun da babası uzaklarda. Mektup gönderiyor sadece. Kendisi yok. Vapurla uzaktaki baba özdeşleştiriliyor. Yazarın çocukluk anılarının gölgesinin öyküye düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü Leylâ Erbil’in babasının da vapur baş makinisti olduğunu biliyoruz. Bu yüzden eserlerinde deniz ve vapur çok yer etmiştir yazarın. Kitabın olay odaklı tek öyküsü diyebileceğimiz Vapur şu cümleyle bitiyor:
“Babam kimdi benim, neredeydi, neden hiç dönmemişti?”
Vapur öyküsünün şöyle de bir anlamlı tarafı var: 2013’de yaşamını yitiren Leylâ Erbil’in cenazesinde, bu öyküden bölümlerin yazıldığı kırmızı kâğıttan gemiler dağıtıldı cenazeye katılan okurlara ve usta yazar kendi sözcükleriyle uğurlandı sonsuzluğa.
Ölü öyküsü şöyle başlıyor:
“Öldün! Öldün ha! Şimdi ben ne yapayım?.. Bir memur ölüsünün karısı!..”
Otuz yıllık kocası ölmüş bir kadının ölü eşiyle yaptığı tek taraflı diyaloga, sayıklamalara tanık oluyoruz. Bütünüyle bilinç akışı ve iç monolog tekniğiyle yazılmış bu sekiz sayfalık öyküde kocasıyla hesaplaşan, kendisiyle yüzleşen, yaşamının ve evliliklerinin bir dökümünü yapan bir kadını dinliyoruz. Kafka’nın Milena’sından, Dostoyevski’nin Mişkin’ine, Çehov’un Martı’sına kadar edebiyat tarihinde de kuş uçuşu bir gezintiye çıkıyoruz.
Her öykünün edebiyatın ve dilin sınırlarını zorladığı, “sınırları aştığı” Gecede, yarım asır sonra okunduğu gibi daha uzun yıllar değerini koruyacağı bir başyapıt ve bence Leylâ Erbil okumamış olanlar için de doğru bir başlangıç kitabı.
e-posta: [email protected]
Kaynaklar
*Leylâ Erbil, Gecede. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. 2022
*Selim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu. Everest Yayınları, İstanbul. 2015
*Feyza Özanlı, Bir “Gecede” Erbil’in Dilinin Şifresi, 2016. www.academia.edu erişim tarihi:26.08.2023