Mezarlıkta tanıştık. Portatif iskemlesine oturmuş, kitap okuyordu. Yetmiş yaşlarında gösteriyordu. Uzun boyluydu. Ceketiyle pantolonu tertemiz ve ütülüydü. Yüzü tıraşlı, ayakkabıları boyalıydı. Zayıflığı, kollarının ve bacaklarının olduğundan daha uzun gözükmesine neden oluyordu. Bütün dikkatini ellerinde açık duran kitaba vermişti. Neredeyse mırıldanarak, sessizce okuyor, arada bir yakın gözlüğünün üzerinden yanında oturduğu mezara bazen tebessüm ederek, bazen kederle bakıyordu. Her sayfa çevirişinde de gözlerini mezarın mermer taşına, orada yazılı isme çeviriyor, küçük bir iç çekişle okumaya devam ediyordu.
Hemen yanındaki mezarın başındaydım. Duamı edip ellerimi yüzüme sürerken göz ucuyla onu gözlüyordum. Nasıl bir kitap okuduğunu anlamaya çalışıyordum. Kalın ve beyaz kapaklı bir kitaptı. Ama kitabı tutuş şeklinden adını göremiyordum. Okuduklarını duyamadığım için kitabın içindekiler hakkında da fikir yürütemiyordum. Dini bir kitap olmadığı çok belliydi. Belki bir roman, belki bir anı kitabı… Onu ilk görüşüm değildi. Bir hafta önce de gelmiş, burada, babamın mezarı başında duamı ederken onu görmüştüm. Ama nedense o zaman ilgimi çekmemişti. Mezarlıkta birçok garip insanla veya insanların birçok garip halleriyle karşılaşırsınız. Ama yaşamın değil ölümün egemen olduğu bir yerde bunlar size garip gelmez. Bu kez ilgimi çekti. Hem aynı manzarayı ikinci kez görüyordum, hem de adamın görünüşü ve davranışları çok sıra dışı gelmişti. Kim mezarlıkta kitap okur ki? Kitap her yerde okunur elbette, okunmalıdır; evde, parkta, otobüste, kafede, hastanede, her yerde okunabilir. Ama bir mezarın başında, üstelik yaşayan biri kendisini dinlermişçesine okumak tuhaf olduğu kadar merak uyandırıcıydı. Neden?
Ona doğru birkaç adım attım ve “Merhaba” dedim. Yüzünü hafifçe bana döndürdü ve gülümseyerek, “Merhaba” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ne diyeceğimi düşünmemiştim. Aramızdaki sessizliği o bozdu:
“Yakınınız mı?”
Soruyu algılayamadığımı anlamış olacak ki, babamın mezarını işaret etti gözleriyle.
“Ha, evet,” dedim. “Babam. Onu ziyarete gelmiştim. Geçen hafta da görmüştüm sizi. Siz…”
“Eşime kitap okuyorum,” dedi ve elinde tuttuğu ayracı kaldığı sayfaya koyarak kitabı kapattı. O zaman kitabın adını okuyabildim. Beyaz kapağın üzerinde büyük ve kırmızı harflerle, “YARIM KALMIŞ HİKÂYELER” yazıyordu. Kitabın ilgimi çektiğini fark etti ve kitabı tuttuğu elini bana doğru yöneltip sevecen bir sesle, “Bana katılmaz mısınız?” dedi. Bir iki adımda oturduğu iskemlenin yanına vardım. Şimdi o iskemlesinde, ben ayakta, aynı mezara bakıyorduk. Kitabın sayfalarının arasında iki ayraç olduğunu fark ettim. Biri başlarda, diğeri kitabın ortalarındaydı. İkinci ayracın olduğu sayfayı açtı ve parmağıyla sayfayı bana göstererek açıklamaya girişti.
“Bakın, yeni hikâyeye başlamak üzereydim ki siz seslendiniz. Dün kendimi biraz hasta hissediyordum, az okudum. Bugün açığı kapatmalıyım. İki hikâyeyi bitirdim, bunu da okuyup ayrılmayı düşünüyordum. Tabii ‘bitirdim’ diyorum ama kitabın adını gördünüz; aslında bitmeyen hikâyelerden oluşuyor bu kitap. Müsaadenizle okumaya başlıyorum, siz de dinleyebilirsiniz, bir mahsuru yok, hatta eşim memnun bile olur bundan. Ayakta kaldınız, ne yazık ki tek bir iskemlem var ama şöyle yanıma yere oturabilirsiniz. Toprak kuru ve yumuşaktır.”
Hiçbir şey söylemeden dediğini yaptım. Yere oturup bağdaş kurdum ve onu dinlemeye başladım:
“İSTASYON
Tren istasyonunda aynı banka oturmuş, aynı raylara bakarak beklemeye başlamıştı. Başını sağa çevirip istasyon binasının duvarında asılı olan tepsi büyüklüğündeki saate baktı; beklediği trenin gelmesine kırk dakika olduğunu hesapladı. Çantasından her gün yanında getirdiği kitabı çıkarıp bir önceki gün kaldığı yerden okumaya başladı. Her sayfa çevirişinde başını kaldırıp raylara bakıyor, çok uzaklardaki tren sesini duyacakmış gibi kulağını boşluğa dayıyor, sonra dikkatini yeniden kitaba veriyordu. Yirmi sayfa okuduktan sonra kitabı kapattı, saate baktı. ‘On dakika kaldı’ diye geçirdi içinden. Çantasından küçük aynasını çıkarıp yüzünü inceledi. Dudağının kenarından taştığını düşündüğü ruj izlerini sildi. Saçlarını düzeltti. Aynayı çantasına koydu. Bacak bacak üstüne attı. Dirseğini dizine, elini çenesinin altına dayayıp bakışlarını raylara sabitledi. Tren tam vaktinde perona yanaşırken yanına bir adam oturdu. Oturur oturmaz bir sigara yaktı ve dumanını raylara doğru üfledi. Tren dumanlar arasında kaldı. Beyaz bir bulut kümesi oluştu. Bulutun içinden bir adam yürüdü. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ne kadar yürürse, bankla arasındaki uzaklık o kadar artıyordu. Adam yürümeye devam etti, kadın eli çenesinde bakmaya devam etti, yanında oturan adam sigarasının dumanını raylara üflemeye devam etti. Beyaz dumanların arasında kara tren gürültü çıkararak istasyondan ayrıldı. İstasyona ağır bir sessizlik çöktü. Duvardaki tepsi büyüklüğündeki saatin tik taklarından başka bir ses duyulmuyordu. Kadın elini çenesinden çekti, aynı anda adam sigarasını yere atıp ayağıyla söndürdü. Kadın adama döndü.
‘Niye beni yalnız bırakmıyorsun?’ dedi. ‘Niye her gün peşimden geliyor, niye her gün her şeyi berbat ediyorsun? Neden beni bekleyişimle, umudumla, yalnızlığımla rahat bırakmıyorsun? Niye her seferinde her şey senin yüzünden yarım kalıyor, hiçbir şey hiçbir yere varamıyor? Niye, niçin, neden?’
Adam ayağa kalktı:
‘Çünkü sen öyle istedin. Beni çağırdın. Biletlerimizi aldım. Haydi, tren kalkmadan binelim.’ Kadına elini uzattı.”
Son cümleyi okuduktan sonra bana döndü:
“Burada bitiyor. Daha doğrusu burada yarım kalıyor. Bu böyle bir kitap işte… İçinde böyle onlarca hikâye var. Hiçbiri tamamlanmamış. Kimi sayfalarca sürüyor, kimi de işte böyle kısacık.”
“Ama bu…” dedim, “Bu çok saçma bir hikâye!”
Alınmış gibi yüzüme baktı:
“Hiçbir hikâye saçma değildir. Saçma olan insanın hikâyelere bakışıdır. Hiçbir hikâye saçma değildir. Hele eşimin okuduğu ya da ona okunan bir hikâye kesinlikle saçma değildir!”
Sözünü bitirir bitirmez kitabı kapattı, iskemlesini katlayıp yanlamasına tuttu, soğuk bir sesle “İyi günler,” diyerek yanımdan geçerek yavaş adımlarla uzaklaştı. Yine hiçbir şey diyemeden öylece kaldım. Sonra bir “özür dilerim,” çıktı ağzımdan ama o beni duyamayacak kadar uzaklaşmıştı. Kendimi sarsılmış hissediyordum. Tuhaf ve saçma bir oyunun ortasında sahnede konuşmadan duran bir oyuncu gibiydim. Ne konuşuyordum ne hareket ediyordum. Beni seyirciden farklı kılan tek şey sahnede olmamdı. Adamı hem rahatsız etmiştim hem de o kitabı eşinin mezarı başında neden okuduğunu öğrenememiştim. Hep aynı kitabı mı okuyordu, her gün başka bir kitapla mı geliyordu? Ne zamana kadar okumaya devam edecekti? En önemlisi neden böyle bir şey yapıyordu? Hiçbir şey soramamıştım. O yüzden ertesi gün aynı saatte yeniden geldim. Benden önce gelmiş, aynı iskemlesinde, aynı kitabı okuyordu. Usulca yanına yaklaştım. Beni fark edince gülümsedi, eliyle oturmamı istedi, okumasına ara vermeden devam etti. Yine yanına bağdaş kurarak oturdum ve dinledim. Tok ve anlaşılır bir sesi vardı. Kelimeleri yutmadan, tane tane okuyor, cümle bitimlerinde bir saniye kadar duraklayıp nefesini kontrol ediyordu. Bir radyo tiyatrosuna seslendirme yapar gibi dikkatli, özenli, ciddiydi. Okuduğu hikâyeye kulak verdim.
“Son nefesini verdiğinde odada kocasından başka kimse yoktu. Haftalardır çaresizce beklediği ölümün geldiğini anlamış, yanındaki koltukta oturup elini tutan adama minnet ve sevgiyle bakmış, gülümsemesini tamamlayamadan yaşamı son bulmuştu. Adam karısının elini bırakmadan diğer eliyle yatağın başucundaki kitabı aldı, içinden düşmek üzere olan ayracı düzeltti, sehpaya koydu. Sonra gözyaşları içinde kalktı.”
“Gördünüz değil mi, bu da yarım kaldı. Aslında pek de bitmemiş sayılmaz.”
Ayağa kalktım, sesimin saygılı olmasına özen göstererek, “Affedersiniz,” dedim.
“Buyurun,” dedi merakla.
“Öncelikle dün sizi incittim sanırım, özür dilerim.”
“Önemli değil, her gün yeni bir başlangıçtır. O dünde kaldı.”
“Size sormak istediğim bir şey var, affınıza sığınarak. Merhum eşinizi çok sevdiğiniz muhakkak. Mekânı cennet olsun. Merak ettiğim şu: Neden ona mezarı başında kitap okuyorsunuz ve neden o kitabı?”
Kemikli ellerini beyaz gür saçlarının arasında gezdirdi. Yüzüne babacan bir gülümseme yerleşti.
“Aslında bu sorunun yanıtını az önce dinlediğinizi sanıyorum.”
Şaşırmıştım. “Nasıl yani?” dedim.
Ayağa kalktı. Karşı karşıya duruyorduk. Yüzü bulutlandı. Gözlerindeki hüznü görebiliyordum. Önce derin bir iç çekti, sonra anlatmaya başladı.
“Beni ve burada yaptığım şeyi tuhaf bulan ilk kişi sen değilsin. Sen sadece bana yaklaşıp benimle konuşmakla diğerlerinden ayrılıyorsun. Eşim on gün önce öldü. Onunla tam kırk yıldır evliydik. Kırk yıl… Çok farklı, çok özel bir bağla bağlıydık birbirimize. Tanıştığımız andan itibaren bu böyleydi. Birbirimizi, ifade etmeye ihtiyaç duymayacak kadar çok seviyorduk. Beni ondan ayıran hastalığa yakalanmadan kısa süre önce işte bu kitabı satın almıştı. Kitabı almasına sebep olan da az önce ben okurken dinlediğiniz satırlardı. Kitapçıda kitabı incelerken rastgele o sayfayı açmıştı. Bana da okutup şöyle demişti: ‘Bu hikâye de yarım bırakılmış ama sonrasıyla ilgili benim bir fikrim var. Eğer adam karısını gerçekten çok seviyorsa, kadının bitiremediği kitabı kaldığı yerden mezarı başında okuyup bitirmeli. Çünkü ben öyle isterdim.’ O gün bu kitabı aldı ve hemen okumaya başladı. Ama sonra işte bizi ayıran o hastalık… Testler, tedaviler, hastaneler… Yine de kitabı okumaktan vazgeçmedi tabii ama hem çok az okuyor, hem de okuduğundan pek bir şey anlamıyordu. Onu bu toprağa verdiğimden beri her gün geliyorum, on gündür. Onun kaldığı sayfadaki ayraç işte bakın aynı yerde duruyor. Ben de şuraya kadar gelmişim. Her gün bazen bir saat bazen yarım saat kadar okuyup gidiyorum. Yani size dün dediğim gibi, saçma ya da tuhaf olan hikâyeler değil sizin onlara bakışınızdır. Biten bir yaşam da yarım kalmış bir hikâye değil midir zaten? Hadi kalın sağlıcakla, ben ayrılıyorum.”
İskemlesini topladı, yavaş adımlarla uzaklaştı. Gözden yitinceye kadar ardından baktım. Mırıldandım: Hayat ne tuhaf…