İçinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük sosyal hastalığı görünür olma isteği bence.
Sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle başlayan bu hastalık giderek artan bir hızla hepimizin bünyesine, zihnine, ruhuna yerleşti ve öyle bir yayıldı ki bu durumun ne denli sağlıksız olduğunun bile farkında değiliz artık.
Kimse sıradan, kendi halinde, sakin bir yaşam peşinde değil. Mümkün olan her internet ortamında kendini göstermeli, gündem hakkında eşsiz olduğunu düşündüğü yorumunu yapmalı, hiçbir şey yapamıyorsa bir fotoğrafını koymalı ki ne kadar değerli olduğunu cümle âlem dost düşman görsün!
Nerede ne yaptığı değil nerede ne yaptığının bilinmesi ilgilendiriyor insanları.
Güzel bir mekânda bulunmak değil bunu göstermek mutlu ediyor.
Ânı paylaştığı kişilerden çok ‘takipçilerinin’ yorumlarını merak ediyor.
Hemen herkes bir şekilde kendini göstermek, görünür olmak istiyor. Kelimelerle, fotoğraflarla örülmüş kocaman bir çığlık kopuyor aslında baktığımız ekranlardan: Görün beni, beni duyun, beni önemseyin, bana değer verin, beni fark edin!
Ne kadar derin bir yalnızlık bu, ne acıtıcı bir varoluş sancısı…
Ve nasıl bir kişilik bölünmesi: Mutlu anlar instagrama, öfkeli ve asi tavırlar Twitter’a!
Bir gruba ait olmak için ise Facebook’a girmek, ölüm ilanlarına ‘başınız sağ olsun’, hastane odasındaki fotoğraflara ‘geçmiş olsun’, doğum günü olanlara ‘nice yıllar’, yemek paylaşımlarına ‘afiyet olsun’ yazdıktan sonra yerel haber sitelerinin paylaşımlarının altına da duyarlı ve bilinçli bir yurttaş olduğumuzu kanıtlayan yorumlar yazmak görünür olma hastalığının en sıradan belirtileridir.
Ne kadar kalabalıklaşırsak o kadar yalnızlaşıyoruz.
Varlığımızın, var olduğumuzun kanıtını varlığımızın dışında, fark edilmekte, görünür, önemsenir olmakta arıyoruz. Bu önemsenir olmak dediğim şey onaylanma isteği değil kimileri için. Bir nefret objesi olmak, düşman görülmek bile bazılarında var olmanın dayanılmaz hafifliğini hissettiriyor.
Dijital çağla birlikte görünür olma isteğiyle ilişkili yepyeni kavramlar girdi hayatımıza: like atmak (layklamak), takipleşmek, influencer, youtuber, blogger, unfollow, bloklamak, story, post, repost, fav, mention, retweet, stalk… Bu kavramlar ve çok daha fazlası varoluşumuzun tutamaçları gibi ekranımızda ve zihnimizde uçuşup duruyor. Onlarsız yapamadığımız gibi onlarsız bir hayatı da hatırlamıyoruz.
Paralel yaşamlar sürüyoruz. İç içe geçmiş yaşamlar. Ne olduğumuz gibi görünmek istiyoruz ne göründüğümüz gibi olabiliyoruz.
Ne kadar kalabalıklaşırsak o kadar yalnızlaşıyoruz.
Edgar Allan Poe’nun ünlü “Kalabalıkların Adamı” öyküsü şu alıntıyla başlar: “Yalnız olamamak, bu büyük mutsuzluk.”
Öyküde anlatıcı, Londra’nın en işlek yerlerinden birinde bir kafeye oturmuş, çevreyi izlemektedir. Sonbahar mevsiminde bir akşamüstüdür. Bulunduğu sokak kentin ana caddelerinden biridir ve gün boyu dolup taşmaktadır. Kalabalığın içindeki insanları önce bir yığın olarak görür, sonra dikkatini yoğunlaştırdıkça tek tek insanları incelemeye başlar. İş adamları, tüccarlar, dilenciler, yankesiciler, memurlar, kumarbazlar vs. Gördüğü insanları betimler, hareketlerini izler. Bir süre sonra bir çehre ilişir gözüne: “eli ayağı tutmaz olmuş, altmış beş yetmiş yaşlarında bir ihtiyarın çehresi.” Kendisine benzettiği bu yüz ifadesini inceler, sonra kafeden kalkıp adamı takip etmeye başlar.
İhtiyar adam kalabalıkların arasında bir ileri bir geri gitmekte, bir sokaktan çıkıp diğerine girmektedir. Üstelik kimseyle konuşmamaktadır: “O dükkan senin bu dükkan benim dolaşıyor ne bir şey alıyor ne tek kelime ediyor, her şeye yabanıl bakışlarla boş boş bakıyordu.”
İhtiyar adam tenha sokaklara girdikçe yüzüne ıstırap ifadesi yerleşmekte, kalabalığa dalınca neşesi yerine gelmektedir. Bir bakıma varlığını kalabalığın içinde duyumsamaktadır. Anlatıcı saatlerce adamı takip eder. Gece biter, sabaha kavuşur. Adamın sürekli insanların arasında, ileri geri dolaşması ve anlatıcının takibi bitmez. Sabaha karşı ihtiyar adam insanların azalmasıyla tedirgin olur, sabahın ilk saatleriyle yeniden caddelerin insanla dolup taşmasıyla rahatlar.
“Ve ikinci günün akşamı gölgeler yeniden düşmeye başlarken ölesiye yorulmuştum, gezginin tam karşısına geçip gözlerimi yüzüne diktim. Beni fark etmeyip cakalı yürüyüşünü sürdürdü; bense takipten vazgeçerek derin düşünceler içerisinde kaldım. Sonunda ‘Bu ihtiyar,’ dedim kendi kendime, ‘en büyük suçların adamı, bir suç dehası. Yalnız olmayı reddediyor. O kalabalıkların adamı.”
Poe (anlatıcı) her ne kadar görünüşte ihtiyar adamın suçlu olduğuna kanaat getirse de, aslında öykünün içindeki ip uçlarından anlatılan adamın anlatıcının (Poe’nun da diyebiliriz) kendisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu öykü edebiyatta flanör kavramının doğuşu olarak kabul edilmektedir. Hem W. Benjamin hem C. Baudelaire bu öyküye atıfta bulunurlar. Ben de “Flanör” adlı romanımda bu öyküye ve Poe’ya bir selam göndermiştim.
Öykünün asıl anlatmak istediği daha girişteki alıntıda okuyucuya sunuluyor aslında: “Yalnız olamamak, bu büyük mutsuzluk.”
Kalabalıkların Adamı yalnız olamıyor, sürekli insanların arasında, kalabalıkların içinde kendini var edebiliyor.
Poe’dan yüz yetmiş yıl sonra, insan yalnızlığını kalabalıklarla gidermeye çalışıp aslında yalnızlığını daha çok derinleştirmeye devam ediyor.
e-posta: [email protected]
*Poe’nun Kalabalıkların Adamı adlı öyküsünden yapılan alıntılar:
Edgar Allan Poe, Bütün Öyküleri Cilt 1
Çeviren: Hasan Fehmi Nemli
İletişim Yayınları. 3. Baskı 2018