“Galiba burası bize iyi gelecek. Muhteşem bir yer. Onca yolculuğun ardından kendinizi toparlayacağınıza, kendinizi yeniden yazmaya vereceğinize eminim… Yaşlılık günlerimizi geçireceğimiz yer burasıdır belki de…” 1941 yılının Eylül ayında ülkesinde

 

“Galiba burası bize iyi gelecek. Muhteşem bir yer. Onca yolculuğun ardından kendinizi toparlayacağınıza, kendinizi yeniden yazmaya vereceğinize eminim… Yaşlılık günlerimizi geçireceğimiz yer burasıdır belki de…”

1941 yılının Eylül ayında ülkesinden binlerce kilometre uzakta, Brezilya’nın Petropolis kentinde, henüz iki yıldır evli olduğu eşi Lotte böyle umut veriyordu Stefan Zweig’a…

2 ay sonra 60 yaşını dolduracak olan usta yazar, daha 1934’de Avrupa’nın içine düşeceği felaketi görmüş, kitapları yakılıp yasaklandıktan ve Goebbels tarafından “İstenmeyen Sakıncalı Yazarlar Listesi” ne dahil edildikten hemen sonra ülkesi Avusturya’yı terk ederek gönüllü bir sürgünlüğe başlamıştı.

Yıllarca Londra’da yaşadıktan sonra İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesiyle ‘şüpheli’ durumuna düşmüş, oradan ayrılıp New York’a yerleşmişti. Son durağı Petropolis’e geldiğinde Avrupa 2. Dünya Savaşı’nın ateşiyle bir yangın yerine dönmüştü ve kendisi de artık Avrupa’da yayıncısı kalmamış, kitapları yasaklanmış, birçok kişi tarafından ‘korkak’, ‘kaçak’ olarak damgalanmış, umutsuzluk ve yalnızlığın içine gömülmüş bir yazar konumundaydı.

Londra’da tanışıp uğruna karısını terk ettiği Elizabeth Charlotte Altmann –Lotte- ile son durak olarak gördüğü, savaştan ve ülkesinden uzakta, Brezilya’nın 800 rakımlı Petropolis kentine yerleşmiş, 6 aylığına kiraladığı evinde eşinin ona umut vaat eden sözlerini dinliyordu.

Oysa bu sözlerden sadece 6 ay sonra, son kirasını da ödedikten birkaç gün sonra, derin bir umutsuzluk ve yalnızlığın pençesine düşen yazar, 22 Şubat 1942’de, bir daha aydınlığı göremeyeceğini düşündüğü dünyadan kendi isteğiyle ayrıldı.

O Pazar günü onu yatağında sırt üstü yatmış bir şekilde ve eşini de yanında elini onun göğsüne koymuş bir halde ölü buldular. Eşi de onun gibi ilaç alarak hayatına son vermişti. Veda mektubunun sonunda şöyle diyordu:

“Maalesef benim ait olduğum lisan, kültür ve ülke karanlık bir deliliğin içinde kaybolmak üzere. Benim için artık Avusturya öldü…”

Öykü, deneme, roman, biyografi… Edebiyatın birçok alanında eserler verdi Zweig. Freud’la olan dostluğu onun insan psikolojisine olan ilgisini arttırdı. Eserlerinde derinlikli psikolojik analizler yaptı. Kahramanları genelde kendisi gibi karamsardılar ve sonları da çoğunlukla kendisininki gibi trajik oluyordu. Einstein’ın bile tüm kitaplarına sahip olduğunu kendisine söylediği, otuz dile çeviri yapılan, 60 milyondan fazla satış rakamlarına ulaşan saygın bir yazardı Stefan Zweig.

Brezilya’da da üretmeye devam etti. New York’da yazmaya başladığı ‘Dünün Dünyası’ isimli, Avrupa’nın içine düştüğü durumu anlatan otobiyografik kitabını Petropolis’te bitirdi. Üstelik o hacimli kitabı altı hafta gibi bir sürede yazdı. Yine çok sevdiğim o ‘Satranç’ isimli uzun öyküsünü ömrünün son aylarında kaleme aldı.

Gerçi artık yazarlık hayatının en verimli yıllarını yaşadığı Salzburg’dan çok uzaktı. O ünlü Kapuziner yokuşunda, ağaçların arasındaki 5 numaralı villasında, Thomas Mann’ı, James Joyce’u ve daha birçok edebiyatçıyı konuk ettiği evinde yazamıyordu artık. Ama yine de üretmeye devam ediyordu.

Savaştan ve tehlikeden uzak olmaktı amacı. Ama ne kadar uzak durabilirdi ki. Radyo vardı, gazeteler vardı. Bütün gelişmeleri öğreniyor, giderek daha büyük bir karamsarlığa sürükleniyordu. Üstelik yerleştikleri Petropolis’in mahalleleri bile Alman eyalet isimlerini taşıyordu. Çünkü imparator tarafından kurulan şehrin armağan olarak sunulduğu karısı, Habsburg soyundan geliyordu. Her sabah istemese de merak duygusuna yenik düşüyor ve gazetelere göz atıyordu. Hem ülkesi, hem kendisi için endişeleri günden güne artıyordu.

Bir yandan da eşi Lotte için endişeleniyordu. Kendisinden 25 yaş küçüktü. Henüz otuzlu yaşlarındaydı. Astım hastasıydı. Yeni kentlerinin havasının ona iyi geleceğini düşünüyordu. Ama ya onun havası? Karamsarlığı, umutsuzluğu ona da bulaşmıyor muydu? Londra’da tanışmıştı Lotte ile. Üstelik karısı Frederike tanıştırmıştı onları. Yazdıklarını düzeltip daktilo etmesi için yeni birine ihtiyacı olduğunu düşünüyordu Frederike ve kendileri gibi Nazi zulmünden kaçan bu genç kızı bulmuştu. O günden beri 7 yıldır her anında yanındaydı Lotte Zweig’ın. Onunla her yere gitmeye hazırdı. Stefan Zweig kendisini zorlamasa bile, hatta “benimle gelmek zorunda değilsin” dese bile, ölüme de kocasıyla birlikte gitmişti Elizabeth Charlotte. Verdiği sözü tutmuş ve onu hiç yalnız bırakmamıştı. Oysa yalnız olmamak böyle bir şey değildi, Stefan Zweig hep yalnızdı…

Kendisine en yakın gördüğü kişi Montaigne’di. O da elini ayağını gündelik hayattan çekmiş, çiftliğine yerleşmişti. Onu tekrar tekrar okudu Brezilya’da. Oysa ‘Denemeler’ huzur vaat eder insana ama Zweig karamsarlığından kurtulamıyordu.

Kitaplığımdan Stefan Zweig kitaplarını çıkardım masama. Balzac’ın yanını uygun görmüşüm ona kitaplığımda. Balzac’ın onun için edebiyatın şahikası olduğunu öğrendiğimde bunun doğru bir tercih olduğunu anladım.

“Amerigo”, “Marie Antoinette”, “Macellan”… Mükemmel biyografiler.

“Üç Büyük Usta Balzac, Dickens, Dostoyevski”… Edebiyatın devleri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

“İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”… 12 tane muhteşem deneme. Tarihsel dönüm noktaları ve içlerinde Fatih Sultan Mehmet de var.

“Dünün Dünyası”… Kendi deyişiyle bir dünyanın portresi...

“Acımak”… Ya da başka baskılardaki adıyla “Sabırsız Yürek”… Acıma duygusunun nelere yol açabileceğini anlatan muhteşem bir psikolojik roman.

“Satranç”… Yine psikolojinin ön planda olduğu öyküsü…

“Bir Kadının Yaşamından 24 Saat”… Mrs C’nin yaşadığı trajik öykü… Brezilya’da bir kafede otururken onu tanıyan bir kadın yanlarına geliyor, bu kitabı okuduğunu söyleyerek tebrik ediyor ve şöyle diyor: “Bir erkeğin kaleminden bir kadının dünyası ancak bu kadar gerçekçi ve çarpıcı anlatılabilirdi.”

Son olarak onunla ilgili yazılan bir kitabı okudum. “Stefan Zweig’ın Son Günleri”… Yazarın son 6 ayını roman kurgusuyla anlatan çok etkileyici bir kitap. Buradaki birçok bilgiyi de o kitaptan alıntıladım.

Sonra düşündüm. Stefan Zweig’ın iç dünyasını, karamsarlığını, yalnızlığını anlamaya çalıştım. Bu bana başka yazarları çağrıştırdı. Gerek yaşadıkları dünyanın, gerekse iç dünyalarının kendilerini sürüklediği yalnızlıkla, bunalımlarla baş etmeye çalışan ve bunları eserlerine de yansıtan yazarları…

Balzac, Dostoyevski, Hemingway, Kavafis,Virginia Woolf, Sylvia Plath, Tevfik Fikret, Oğuz Atay, Tezer Özlü… Duyarlılıkları üst seviyede olan edebiyatçılar. Hayatları boyunca yaşadıkları iç sarsıntılarını yazdıklarıyla kendileri gibi olan insanlara ulaştırmışlar. Bir yalnızlar topluluğu oluşturmuşlar bir bakıma okurlarıyla. Hani Oğuz Atay diyor ya; ”Ben buradayım ey okur! Sen neredesin?”

Ben de bu duruma ‘Stefan Zweig Yalnızlığı’ dedim. Ortak bir yalnızlıktır yaşanan aslında. Ortak kaygılar ortak yalnızlıkları doğuruyor. Tabi ki benzer yazarların çoğunun sonu Zweig gibi trajik olmamıştır. Olmamalı da zaten. Kaygıdan umut çıkarmalıdır edebiyatçı. Zweig Nazi karanlığının hiç bitmeyeceğini sanıyordu. Oysa ölümünden sadece bir yıl sonra rüzgâr tamamen tersine dönmeye başlamıştı. Karısıyla intihar etmeyip yaşamaya devam etseydi, Hitler ve karısının Berlin’de bir sığınakta intihar ettiği haberini okuyacaktı gazetelerde…

Petropolis’te yazar arkadaşı Bernanos’un kendisine söylediği kadar yalındır aslında tüm gerçek:

“Üzerine titrediğimiz dünyayı şairler ve yazarlar kurtaracak.”

 

 

*Stefan Zweig’ın Son Günleri, Laurent Seksık, Can Yayınları, 2012