Sanki normalmiş gibi oturuyorum, yazıyorum.
Olanı biteni, tek tek.
Hatta arada bir çay demliyorum, başımı bahçeye çevirip hava durumuna bakıyorum.
Bir yandan da iç sesim durmadan soruyor;
"Saruhan, sen gerçekten bunları yazarak ne yapıyorsun?"

Yani…
Gerçekten anlatıyor musun?
Yoksa yazdıklarınla bu absürtlüğü normalleştirmeye mi çalışıyorsun?

Çünkü öyle bir noktadayız ki, yazdığımız şeyler Kafka’nın rüyasında bile yoktur.

Adam çıkıyor, “Ben adayım” diyor.
Ertesi gün üniversite diploması iptal ediliyor.
Tam 30 yıl sonra.
Biz de çıkıp ciddiyetle tartışıyoruz:
“Yok efendim üniversitenin böyle bir yetkisi yokmuş, karar yargıya giderse bozulurmuş…”
Yahu hangi mahkeme, hangi hukuk?
Açık konuşalım: Olay düpedüz kepazelik.

Mesela Ayşe Barım.
Sanat dünyasının tanıdığı bir isim.
Önce "tekelleşme" soruşturması açılıyor.
Sonra, Halit Ergenç’le, Rıza Kocaoğlu gibi sanatçıları yönlendirerek hükümeti yıkmaya teşebbüsten tutuklanıyor.
Suç delili ne?
Yok.
Şahit var mı?
Yok.
Sanatçılar "böyle bir şey olmadı" deyince onlar hakkında da dava açılıyor.
E hadi buyur buradan yak!

Ama bitmiyor.
İstanbul gibi bir dünya şehri...
Onun seçilmiş belediye başkanı ve neredeyse tüm ekibi tutuklanıyor.
Suç: “Gizli tanığın tahmini.”
Evet, yanlış duymadınız.
“Duydum, öyle sanıyorum” demiş.
Yeterli görülmüş.
Buyurun Silivri’ye.

Buğra Gökçe.
İstatistik yayınlamaktan tutuklu. Üstelik aldığı veriler İstanbul Ticaret Odası’na ait. Off ört ki ölem.. 

Biter mi yazmakla? Gazeteciler, iş insanları, akademisyenler... 

Toplum sokağa çıkıyor.
Ne diyor?
"Bu kadarı fazla."
Yalnızca CHP’liler değil, her görüşten insan.
Karşılık?
Gaz, cop, tokat.
Valilik “yasak” diyor.
Yasakladığı şey ne?
Anayasa’nın 34. maddesi.

“Herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

Koskoca anayasa.
Yok sayılıyor.

Kent Uzlaşısı.
Açık, meşru, siyasi bir işbirliği.
Bunu yapanlara "terör" yaftası, kayyumlar.. 
E peki, aynı anda Abdullah Öcalan meclise buyur ediliyor.
Hangisi terör, hangisi müzakere, hangisi devlet?
Bilen varsa beri gelsin.

Ekonomi desen, yerle bir.
Döviz coşuyor, sermaye topukluyor.
Ama ne gam.
Varsa yoksa güç elde kalsın.

Ve ben hâlâ yazıyorum.
Kime?

Bana benzeyenlere mi?
Onlar zaten biliyor.
Susup çıkarına bakanlara mı?
Onlar görmek istemiyor.
Ağır fanatiklere mi?
Onların beyni, A Haber, TRT, ATV, Yeni Şafak, Akit bombardımanı sebebiyle kulağından aktı. Yapacak bir şey yok gibi. 
Yoksa gerçekten…
Kendime mi?

Belki de olan biteni içselleştiremiyorum.
Akıl kabul etmiyor.
Galiba ben bu olanların gerçek olduğuna
yazdıkça ikna olmaya çalışıyorum.

Ama ne kadar yazsam da,
ne kadar anlatsam da,
bu saçmalık geçmiyor.

Bir de susarsam,
bu olanlara alışırım diye korkuyorum.

Ve belki de en önemlisi:
Utanç meselesi.

Yarın sorulduğunda,
“Sen ne yaptın?” diye...
Mücadelede bir kum tanesiydim ve “yazdım” diyebileyim.