“Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta her şey benzerini doğurur.”
Böyle başlıyor modern edebiyatın ilk romanının önsözü…
Maalesef bizim ülkemizde bir çocuk romanından fazla değer görmeyen ve yıllarca adı bile yanlış yazılan La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote eserinin önsözünü yazarken çok zorlandığını söylüyor Cervantes. Aylak okur diye sesleniyor bize ve devamında şöyle diyor:
“Don Quijote’nin (Don Kihote diye okunur) babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, adetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğin kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur. Sen onun ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın vergilerin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin, herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikâye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin.”
Miguel de Cervantes Saavedra, sadece Don Quijote’nin babası olmakla kalmadı, sonraki yüzyıllar boyunca gelişen modern romanın –hatta postmodern romanın- babası, öncüsü oldu.
Roman iki bölüm halinde basılmıştır ve yaklaşık 900 sayfadır. İlk bölümü 1605’de yayımlandı. Öylesine büyük ilgi gördü ki, birçok taklit ve korsan devam kitapları basıldı.
Bu yüzden Cervantes, romanın ikinci bölümünü 1615’de yayımladı ve Don Quijote’yi eserin sonunda öldürerek hem şövalye romanlarının bu ölümle son bulduğu mesajını verdi, hem de olası taklit ve korsan baskılara önlem almış oldu. Bir yıl sonra da Cervantes hayatını kaybetti.
2016 yılı Cervantes’in ölümünün 400. yılıydı ve bu yüzden sene boyunca başta İspanya olmak üzere dünyanın birçok yerinde etkinlikler düzenlendi. Özellikle öldüğü ay Nisan’da bu etkinlikler daha da yoğunlaştı.
Ülkemizde ne yazık ki 100-200 sayfalık kısa çevirilerle çocuklara okutulan ve “yel değirmenleriyle savaşan deli bir adamın öyküsü” şeklinde karikatürize edilen, uzun yıllar boyunca hak ettiği değeri görmeyen bu eser, batı edebiyatının temel taşı kabul edilmektedir. Norveç Nobel Enstitüsü’nde, dünyaca ünlü 100 yazar tarafından “dünyanın en iyi kurgu eseri” seçilmiştir.
17. yüzyıldan beri, dönem dönem hem realistler, hem romantikler, hem de varoluşçular Don Quijote’yi sahiplenmişler, kendi edebiyat çizgilerinde kabul etmişlerdir. Bunun sebebi, romanın hiçbir edebi türe bağlı kalmadan yazılmış olmasıdır. Bu da içinde birçok edebi türü barındırması sonucunu doğurmuştur. Şiirden hikâyeye, tiyatroya kadar birçok metin vardır romanda. Ama tabii bize çocukluğumuzda kısacık Don Kişotları okuttukları için pek bunların tadına varamadık.
Dilimizdeki en iyi çevirinin Yapı Kredi Yayınları’nın iki ciltten ve yaklaşık 900 sayfadan oluşan yayını olduğunu düşünüyorum. Roza Hakmen’in doyurucu ve dipnotlarına varana değin titiz çevirisi, Jale Parla’nın önsözüyle, çocukken sadece özetini bildiğimiz Don Quijote’nin dünyasına girebilir, maceralarına kesintisiz kendimizi kaptırabiliriz.
Don Quijote, o dönem için oldukça yaşlı sayılabilecek bir yaşta, 50 yaşında olan bir asilzadedir. Asıl adı Alonso Quijano’dur. Bütün zamanını şövalye romanları okuyarak geçirir. Bir süre sonra gerçek dünyayla kurgu dünyası birbirine karışır. Tamamen kaybettiği aklına dünyanın en çılgınca fikri gelir. Ülkesine hizmet etmek için gezgin şövalye olmaya karar verir. Zırhına kuşanıp atına binerek dünyayı dolaşacak, serüven peşinde koşacak, okuduğu kitaplarda gezgin şövalyelerin yaptığı her şeyi yapacak, bütün haksızlıkları düzeltecek, tehlikeleri göğüsleyecek ve bu sayede, ebedi şan şöhret kazanacaktı.
Tabii bunun için bir atı, şövalyelere uygun bir ismi, bir sevgilisi ve bir yardımcısı olmalıydı. Ahırındaki bir deri bir kemik atına dört gün düşündükten sonra Rocinante, kendine de sekiz gün düşündükten sonra Don Quijote adını verir. Hayali sevgilisinin adı Dulcinea, uşağının adı da Sancho Panza’dır.
Hazırlıklarını yaptıktan sonra hemen yola çıkar, çünkü; karşı koyulacak saldırılar, düzeltilecek hatalar, giderilecek haksızlıklar, cezalandırılacak suçlar, ödenecek borçlar çoktu.
Sonrasında maceraları birbirini kovalar. Dayak yemeleri, koyun sürüleri, yel değirmenleri, un değirmenleri, aslanlar serüveni derken sayfalar boyunca başından geçenleri izleriz.
İlk bölüm bittiğinde bir şekilde Don Quijote evine getirilmiştir. Macera sona ermiş görünmektedir ama daha önce de belirttiğim gibi roman o kadar çok ünlenir ve sahte devamları yazılır ki, Cervantes, ikinci bölümü yazar.
Roman dönemin kötü edebiyatı olan şövalye kitaplarına karşı yazılmış bir hicivdir esasında. Şövalye maceralarındaki sahtelikleri bir bakıma yere sermektedir Cervantes. Don Quijote dayak yedikçe, yel değirmeni veya aslanlar tarafından yere serildikçe aslında yüceltilen ucuz şövalye kahramanlıkları yere serilmektedir.
Öte yandan bir sistem eleştirisidir roman. Korksa bile düşmanına karşı çıkma cesaretini gösterebilmenin sembolüdür Don Quijote. Yanlışlıkları düzeltmenin yolunun bir yerinden başlamak olduğunun sembolüdür. Ama ne yazık ki bizde, ‘ucuz kahramanlık’ olarak küçümsenmiştir Don Kişotluk, batıda anlam bulduğu gibi “idealizm” ile değil, “boşa kürek sallamakla” eş tutulmuştur. Bu yüzden de sadece komik bir çocuk masalı olarak görülmüştür. Ne yazık ki…
Oysa şu diyalog bile dikkate ve düşünmeye değer değil midir?
Sancho Panza: Yel değirmenlerini neden korkunç devlere benzetiyorsunuz?
Don Quijote : Peki sen korkunç devleri neden yel değirmenlerine benzetiyorsun?
Cervantes hayatının sonunda paraya olmasa da üne kavuşmuştur. Başarıyı ve takdiri ancak yaşamının sonunda görebilmiştir. Çünkü kendi kişisel tarihi de aslında bir başarısızlıklar tarihidir.
1547’de orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan biri olarak doğmuş, ailenin iki yakasının bir türlü bir araya gelmemesinden ötürü çocukluğu İspanya’da bir şehirden diğerine dolaşarak geçmiştir. Madrid’de üniversite okuduktan sonra İtalya’ya gitmiş, orada verdiği bir karar tüm hayatını etkilemiştir. İspanya ordusuna katılmış, İspanyol donanmasıyla İnebahtı’da Osmanlı’ya karşı savaşmıştır. Savaşta yaralanmış, sol eli felç olmuştur. Osmanlı Devleti’ne esir düşmüş, 1575-1580 yılları arasında beş yıl boyunca Cezayir’de esir tutulmuştur. Ülkesine döndüğünde edebiyatın çeşitli dallarında eser vermiş, ama dikkate değer görülmemiştir. Mutsuz bir evlilik yapmıştır. Vergi memurluğu yapmış, gerek talihsizlikleri, gerekse yaptığı küçük usulsüzlükler yüzünden iki kere hapse girmiştir. Don Quijote romanının ilk bölümünün büyük kısmını da hapishanede yazmıştır. Kitabın korsan baskıları nedeniyle para da kazanamamıştır.
Yani askerlikte başarısız olmuş, iş hayatında başarısız olmuş, evliliğinde mutsuz olmuş, edebiyat dünyasında bir türlü kabul göremeyen yazar ömrünün son deminde öyle bir eser yazmıştır ki, aradan geçen yüzlerce yılda, filmleri, operaları, müzikalleri yapılmış, onlarca dile çevrilmiş, modern edebiyatın öncüsü kabul edilmiştir.
Sancho Panza’nın Don Quijote’ye verdiği isimle “mahzun yüzlü şövalye”, edebiyat dünyasını derinden etkilemiş, birçok dev yazar, açık veya örtülü olarak bu karakterden etkilenmiştir.
Borges, “Don Quijote’nin Yazarı Pierre Menard” isimli bir öykü yazmış, öyküde Don Quijote gibi bir metin yazma saplantısındaki bir adamı anlatmıştır.
Flaubert’in Madam Bovary’sini hatırlayın. Madam Bovary öylesine çok aşk romanları okuyordu ki, artık gerçekle kurgu dünyası benliğinde iç içe geçmişti. Bu bir bakıma kafasını şövalye romanlarından kaldırmayan Don Quijote’ye saygı duruşudur.
Dostoyevski’nin Budala romanındaki Prens Mışkin de bir bakıma Don Quijote’dir. Saf iyilikten bahsedersek, Cervantes Don Quijote’yi ‘akılsız’ olarak, Dostoyevski ise Prens Mışkin’i ‘budala’ olarak nitelemiştir. İki karakterin psikolojik derinliği tamamen örtüşmektedir.
Kafka’dan Dickens’a daha birçok örnek verilebilir. Hepsi Cervantes’i ve Don Quijote’yi yüceltmişler, karakterlerini yaratırken esinlendiklerini saklamamışlardır.
Son örneği bizden verelim. Nazım Hikmet-Piraye mektuplaşmalarında Piraye, Don Kişot’tan bahis açar ve görüşlerini söyler. Nazım cevap mektubuna bir de şiir ekler. Şiirin adı Don Kişot’tur.
Şiirin son bölümü şöyledir:
Haklısın,
elbette senin Dülsinya’ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette, bezirganların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat, sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
Sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek.
Şiirden sonra mektubunu şöyle bitirir şair;
“Dedim ya Piraye Hanım, bu Don Kişot, senin tarif ettiğin ve anladığın Don Kişot’un ancak bir silik gölgesidir, kusurunu, zaafını, senden gelen kaynağın kuvvetine bağışla.”
400 yıldır yaşamaya devam eden Mahzun Yüzlü Şövalye, görünen o ki, daha uzun yıllar, sanatın ve edebiyatın her alanında yaşamaya devam edecek…
Kaynaklar
1.La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote. Miguel Cervantes Saavedra. Çeviren: Roza Hakmen. Yapı Kredi Yayınları
2.Nazım Hikmet. Piraye’ye Mektuplar-2. Sayfa 530-531. Adam Yayınları. Derleyen: Memet Fuat
e-posta: [email protected]