Yıllarca Bursa’da yaşamama rağmen görmediğim bir köye bir süre önce yaptığım Bursa seyahatimde gittim ve 3000 yıllık bir tarihe sahip olan bu yerleşim yeri beni yine edebiyatın büyülü dünyasıyla buluşturdu.
Nilüfer Belediyesi sınırları içinde yer alan Misi Köyü, hem tarihsel hem de kültürel dokusuyla hayranlık uyandırıcı bir yer. Modern adı Gümüştepe olan bu tarihi köyde Rum ve Osmanlı evleri birlikte yer alıyor. 1989 yılında sit alanı ilan edilen yerleşim yerinde küçük bir gezinti yaptığınızda kendinizi bir sanat bahçesinde dolaşıyor gibi hissediyorsunuz. Sanatın her dalından çiçekler var bu bahçede: Fotoğraf Müzesi, Çocuk Kütüphanesi, Etnografya Müzesi, Misi İpek Evi, Misi Kadınları Yardımlaşma Lokali, Edebiyat Müzesi, yazarların konuk edildiği Yazı Evi…
Köyün girişinde aracımızı park edip Nilüfer Çayı’nın kenarına, hatta içine konumlanmış çay bahçesine oturup soluklandık. Derenin içindeki masalardan birine oturup ayaklarımızı derenin soğuk suyunda dinlendirerek demlikle gelen çaylarımızı içtik. Yazın kavurucu sıcağında serinlemek için gelinecek en doğru yer olduğunu düşündük eşimle. Zaten Misi’ye gelme fikri de onundu. Ben yıllarca Bursa’da yaşamış olmama rağmen, köyün adını da duymuştum oysa, gelmek hiç aklıma gelmemişti.
Bir süre dinlendikten sonra kalktık, derenin üstündeki köprüden geçerek sanat bahçesi diye adlandırdığım köye giriş yaptık. Köy kahvesi olduğu anlaşılan kahvenin tabelasında “Sanat Kahvesi” yazıyordu. İçimi bir huzur kapladı. İnsanın ilk dikkatini çeken şey, tarihi dokusu korunarak restore edilmiş yapılar, evler ve temiz sokaklardı.
Sakin, kendi halinde bir köydü besbelli. Evlerin önüne tezgâh açıp hediyelik eşya satan, duvarlara magnet dolu tahtaları dayayan insanlar yoktu. Gözleme kokuları da gelmiyordu hiçbir yerden. Tarihî birçok yerde gördüğümüz kültürün ticaretin oyuncağı haline getirilmesi gibi bir durumla karşılaşmadık. Müzelerin de ücretsiz olduğunu görünce bir duralıyorsunuz zaten. Gerçeküstü bir deneyim yaşadığımı hissettim ve gülümsedim.
Yukarıda saydığım köydeki birçok güzel mekânı tek tek anlatmayacağım. Beni en çok etkileyen, şaşırtan, hatta büyüleyen yer Edebiyat Müzesi’ydi, ondan bahsedeceğim.
İki katlı, restore edilmiş bir Anadolu evinin önünde Edebiyat Müzesi tabelasını görünce doğal olarak içim kıpırdadı heyecandan. Kapıdan içeri girer girmez Tomris Uyar’la karşılaştım! Giriş katında sergilenen her şey Tomris Uyar’a aitti. Fotoğrafları, kitapları, daktilosu… Ben hayranlıkla sergilenenleri incelerken “hoş geldiniz,” sesiyle irkildim. Müze görevlisi Özlem Hanım kendisini tanıttı ve müzeyle ilgili bilgiler verdi. Sadece ilgili değil bilgili olması, müzenin ilk kuruluşundan beri ayrıntılara hâkim olması ilgimizi daha da artırdı.
Müze 2018 yılında Nilüfer Belediyesi tarafından kente kazandırılmıştı. Alanında Türkiye’de ilk ve tek müzeydi. Giriş katı her ay bir edebiyatçımıza veya bir temaya ayrılıyor ve onunla ilgili eserler sergileniyordu. Üst katta ise edebiyatımızın önde gelen isimlerinin ilk baskı imzalı kitapları, el yazmaları, mektupları, fotoğrafları, kişisel eşyaları (kalem, gözlük, daktilo, pipo, şapka vs..) sergileniyordu. Müze yüzlerce kişisel mektup, el yazması ve kitabı bünyesinde barındırıyordu. Kısacası Türk edebiyatının bir hafızası niteliğini taşıyordu.
Müzenin kuruluşunda birçok yazar ve kuruluştan destek alınmış, çok özel eserler sanatseverlerin ziyaretine sunulmuştu. Edebiyatın kendisi kadar tarihine, edebiyatçıların yaşamına, yazarların kişisel tarihlerine de duyulan ilgi sadece dünyada değil ülkemizde de giderek artan bir gerçeklik. Bu anlamda çok özel bir yerde olduğumun farkındaydım.
Özlem Hanım’la yaptığımız aydınlatıcı kısa sohbetin ardından üst kata çıktık. Nazım Hikmet’ten Latife Tekin’e, Behçet Necatigil’den Aydın Boysan’a, Yaşar Kemal’den Aziz Nesin’e, Edip Cansever’den Cemal Süreya’ya, Attilâ İlhan’dan Rıfat Ilgaz’a kadar birçok önemli edebiyatçının fotoğrafları, yapıtları arasında gezinmek, bir edebiyat tarihi yolculuğu yapmak gibiydi benim için. Yaşar Kemal’in şapkasıyla karşılaşmak, Doğan Hızlan’ın o kendiyle özdeşleşen papyonunu görmek, Aydın Boysan’ın kitaplarının önüne konan gözlüğünü incelemek, Fikrimin İnce Gülü’nün ve benim için çok değerli olan çok sayıda romanın ilk baskılarını görmek eşsiz bir deneyimdi gerçekten.
Bir de mektup odası vardı üst katta. Pek çok yazarın orijinal el yazması 50 mektubu sergileniyordu. 800 el yazması mektup da dijital olarak ziyaretçilerin ilgisine sunuluyordu. Attilâ İlhan’ın, Nazım Hikmet’in el yazısıyla karşılaşmak da ayrı bir keyifti.
Dinlendirici, sanki kitapların sayfalarından yayılan bir esinti gibi kulağa gelen bir müzik eşliğinde gezdik üst katı da. Alt kata inince ziyaretçiler için konmuş bir deftere müze ile ilgili görüşlerimi yazdım. Yazarken, keşke dedim içimden, keşke yaşadığım şehirde, ülkemin her şehrinde böyle bir müze yapılsa, edebiyatın sağaltıcı gücü gündelik yaşamımızın da bir parçası olsa..
e-posta: [email protected]