Tarih bazen insanın karşısına adeta bir aynadan yansıyan eski bir görüntü gibi çıkar. Değişen yüzler, değişen mekânlar ama aynı sahne, aynı diyaloglar... Türkiye’nin yakın siyasi tarihi de tam olarak böyle bir döngüyü yaşıyor. Bugün yeni kumpaslardan, yeni kayyumlardan, yeni çözüm sürecinden, yeni protesto ve eylemlerden bahsederken, zihnimiz kaçınılmaz olarak geçmişin izlerine takılıyor.
Hatırlayalım…
2003 yılında Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan’ın içinde olduğu Uzan Holding’e büyük bir operasyon yapıldı. Bir yıl önce, sadece üç aylık bir parti olmasına rağmen %7 oy alan ve aynı zamanda medya patronu olan Cem Uzan’ın önü kesildi, 2004 yerel seçimlerine katılması engellendi.
2007 yılında Ümraniye’de bir gecekondunun çatı arasında bulunan 27 el bombasıyla Türkiye tarihinin en büyük kumpas davalarından biri olan Ergenekon süreci başladı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) hedef alan bu dava, o dönemde iktidarın en büyük destekçisi olan FETÖ tarafından tasarlanmıştı.
2009’da başlayan ve 2013-2015 yılları arasında doruğa ulaşan Çözüm Süreci, kimi kesimler için barış umudu olarak görüldü. Öyle bir dönemdi ki, televizyonda yayınlanan "Sakarya Fırat" dizisi terör örgütüne şirin gözükmek adına yayından kaldırıldı, Andımız yasaklandı, resmî tabelalardan "T.C." ibaresi silindi. PKK, TSK’nın yargılandığı Ergenekon davasına tanık sıfatıyla katıldı.
2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da terörist başı Abdullah Öcalan’ın mektubu okundu, pazarlıklar gün yüzüne çıktı. Aynı yıl, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Mesud Barzani ile Diyarbakır’da sahneye çıktı, Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses "Megri Megri" türküsünü söyledi.
(PKK terör örgütünün ilk kuruluş yıllarında çıkardığı bir yayın olan Serxwebun dergisi, Megri Megri’nin yazıldığı teröristi 1982 yılında şöyle anlatıyor: "Faşistlere ve polislere karşı giriştiği silahlı çatışmaların birinde yakalanarak bir yıl cezaevinde yattı. 1974-75 yıllarında Kürdistan Devrimcileriyle ilişkiye geçtikten sonra Kürdistan Devrimi ve onun önderi PKK’nın kararlı bir önderi, yılmaz bir militanı oldu.”)
Ancak ne oldu? 2015 yazında süreç sona erdi, hendek olayları başladı, çatışmalar yeniden alevlendi. Ülke iç savaşın eşiğinden döndü. Şehir merkezlerine hendekler kazıldı, tuzaklar kuruldu. Operasyonlar sırasında yüzlerce vatan evladı şehit düştü. 2016 sonrası ise başka bir döneme girildi. HDP’li belediye başkanları görevden alındı, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ cezaevine gönderildi. AKP’nin bir dönem masaya oturduğu birçok isim, şimdi terörle ilişkilendirilerek yargılanıyordu.
Aynı süreçte, PKK’nın tanık, TSK’nın ise sanık olduğu Balyoz ve Ergenekon davaları nedeniyle tutuklanan askerler, pardon sizler terörist değilmişsiniz kusura bakmayın denilerek 2014’te serbest bırakıldı. "Kumpas" kavramı literatüre girdi. Türkiye’de siyaset, yine uç noktalara savrulmuştu.
Bu dönem yalnızca bir kesimi hedef almadı. FETÖ’nün yargıyı nasıl kullandığını, Balyoz ve Askerî Casusluk davalarında yüzlerce askerin nasıl cezaevine atıldığını gördük. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik bu operasyonlar, ordunun yapısını altüst etti. "Bağımsız yargı" adı altında yürütülen süreçlerin kumpas olduğu ortaya çıktı ama geçen yılların, yitirilen hayatların telafisi olmadı. Aradan geçen yıllara rağmen, bugün de farklı kılıflar altında benzer süreçler yaşanıyor.
Ve günümüzde yeni bir çözüm süreci... 21 Mart’ta Van ve Diyarbakır’da, 22 Mart’ta İzmir’de ve 23 Mart’ta İstanbul’da terörist başı Apo posterleri ve sözde Kürdistan bayraklarıyla kutlanan Nevruz, yine bir anayasa değişikliği hikâyesi ve yeni bir kumpas hedefi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı ve anketlere göre seçimi kazanması muhtemel görünen Ekrem İmamoğlu.
2019’da ezici bir farkla seçimi kazanan İmamoğlu’na karşı başlatılan süreç, Türkiye’nin seçim sürecine nasıl girdiğini de gösteriyor. Yargının bağımsızlığına dair tartışmalar sürerken, ana muhalefetin belediye başkanının yargılanması, geçmişteki siyasi tasfiyeleri hatırlatıyor. Türkiye, 2023 seçimlerinde Erdoğan’ın ağır mağlubiyeti sonrası yönünü belirlemeye çalışırken, yine siyasetin yargı eliyle dizayn edilmeye çalışıldığına dair işaretler çoğalıyor.
İfadeler alınırken iktidara yakın paravan gazeteciler tarafından servis edilmesi, tutuklama haberinin avukatlar bile bilmezken basında yankılanması, Sayıştay tarafından defalarca denetlenen belediyenin sadece bir gizli (!) tanık ifadesiyle suçlanması… Ve şimdi Ekrem İmamoğlu, Ergenekon sürecinde kumpasa uğrayan herkesin girdiği yerde, Silivri’de. Ancak kumpas davası bittikten sonra bu kez kumpası kuranların da girdiği Silivri’de. Hafızalardan silinmek istenerek adı "Marmara Ceza İnfaz Kurumları" olarak değiştirilen Silivri’de. Sokaklar ise ekonomik olarak yorgun, demokratik olarak bitkin, gelecek kaygısı taşıyan ve ülkenin yavaş yavaş monarşileşmesini ve teokratikleşmesini istemeyen gençlerle dolu. Daha önce Ergenekon sürecinde olduğu gibi, yasaklanan 29 Ekimlerde olduğu gibi, 19 Mayıslarda olduğu gibi, Gezi Parkı’nda olduğu gibi tepki gösteren gençlerle dolu…
Bu bir dejavu değil de nedir? Aynı hikâyeyi farklı aktörlerle izlemekten yorulmadık mı? Tarih bir kez daha kendi kendini tekrar ederken, bu döngüyü kıracak yeni bir akıl, yeni bir siyaset mümkün mü? Yoksa aynı hatalar, aynı sonuçları mı doğuracak?
Sorular çok, ama cevaplar hep aynı. Türkiye’nin kaderi, geçmişin gölgesinde mi şekillenecek, yoksa gerçekten yeni bir yol mu açılacak? Önümüzdeki günler, bu sorunun yanıtını verecek. Ama biz, geçmişin aynasına bakınca bugünü çoktan görmüş gibi hissediyoruz, yarını da hayal ediyoruz. İşte tam da bu yüzden: D-E-J-A-V-U…