Bertrand Russell, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Aslında bir matematikçi olan Russell, edebiyat alanında da çok önemli eserler vermiş ve 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. Hümanizm, onun dünya görüşünün temelini oluşt

  

Bertrand Russell, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Aslında bir matematikçi olan Russell, edebiyat alanında da çok önemli eserler vermiş ve 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. Hümanizm, onun dünya görüşünün temelini oluşturur. Her zaman akılcı yöntemi benimseyerek, toplumun özgürlüğünün gelişimi yolunda eserler vermiş, girişimlerde bulunmuştur. 1970 yılında 98 yaşında ölene dek, savaşa ve nükleer silahların yayılmasına karşı tutumunu sürdürmüştür.

Russell, 1938’de yayınladığı “İktidar” isimli eserinde, iktidar olgusunu kapsamlı bir şekilde inceler.18 bölümden oluşan eser, tarihsel, felsefi ve sosyolojik anlamda iktidar olgusunu tüm parametreleriyle derinliğine çözümleyen, rehber niteliğinde bir başyapıttır. Kitabın ilk sayfalarında, amacının sosyolojide iktidarın temel kavram olduğunu kanıtlamaya çalışmak olduğunu belirtir.

“İktidar Güdüsü” isimli birinci bölümde, iktidarın insan doğasından kaynaklanan bir güdü olduğunu savlar. İnsanı diğer canlılardan ayıran duygusal ayrılıkların belli başlılarından birinin, “ insanların güçlü isteklerinden bazılarının, hayvanlarınkinin tersine, esas itibariyle sınırsız ve doyurulmak olanağından yoksun bulunuşu” olduğunu belirtir ve bu durumu düşüncesinin çıkış noktası olarak kullanır. Hayvanların eylemlerinin sağ kalma ve çoğalma gereksinmesine dayandığını, insanlar için ise durumun farklı olduğunu söyler:

“Var olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde, insanoğlu yayılmak ister.”

“İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en belli başlıları, iktidar ve şan kazanma istekleridir. Bunlar, her ne kadar çok yakın akraba iseler de, aynı şey değillerdir. Başbakanın şanından çok iktidarı, kralın ise iktidarından çok şanı vardır. Bununla birlikte, bir kural olarak, şan kazanmanın en kolay yolu iktidar kazanmaktır.”

Bu noktada Russell, “iktidar aşkı” olarak adlandırdığı olguyu inceliyor. İktidara geçme şansına en çok sahip olanların, genellikle iktidara geçmeyi en çok isteyenler olduğuna dikkat çekerek, bunun da beraberinde iktidarı en çok isteyenlerin iktidar aşkına en çok sahip olanlar sonucunu getirdiğine ulaşıyor. Russell’a göre, iktidar aşkı insanoğlunun en güçlü güdülerinden biri olmasına karşın, eşit dağıtılmamıştır. İktidar aşkı güçsüz olan kişilerin olayları etkileyebilme olanakları çok azdır. Aynı şekilde ”toplumsal değişimlere yol açan kişiler, bir kural olarak toplumu değiştirme isteğini kendilerinde güçlü bir biçimde duyanlardır.”

Russell, iktidar kavramını bu şekilde bir ‘güdü’ olarak ele aldıktan sonra, ikinci bölümde önderleri ve önderleri izleyenleri ele alıyor. Liderlerin özelliklerini, örnek tarihsel kişiliklerle inceliyor.

Öncelikle iktidarı ele geçirme dürtüsünün iki biçimde ortaya çıktığını savunuyor: Açık olarak (önderlerde) ve kapalı olarak (önderleri izleyenlerde). Önderleri kendi istekleriyle izleyen insanların da bunu aslında iktidar güdüsüyle yaptıklarını, ‘önderin kumanda ettiği’ grup yoluyla iktidarı ele geçirmek istediklerini, önderin zaferlerinin onlara kendi zaferleriymiş gibi geldiğini açıklıyor.

İnsanları kabaca üç sınıfa ayırıyor:

“ Bazı insanların karakterleri, onları hep kumanda etmeye, ötekilerinin karakterleri de boyun eğmeye yöneltir; bu iki uç arasında da, bazı durumlarda kumanda etmek isteyen, bazı durumlarda da öndere uymayı yeğleyen, ortalama insanlar yığını bulunur.” Sonrasında da bu sınıflandırmaları tarihsel örneklemelerle tahlil ediyor.

Büyük liderlerin olağanüstü bir kendine güven duygusuna sahip olduklarını belirterek, ‘güven’ duygusunu inceliyor. Cromwell, Napolyon ve Lenin’i örnek alarak, onları başarıya ulaştıran nitelikler üzerinde duruyor: Kararlılık, sınırsız cesaret, sınırsız kendine güven. Napolyon’u diğer ikisinden ayırarak, ün-çıkar peşinde koşan bir asker olduğunu, gerçek anlamda bir önder olmadığını iddia ediyor.

Kumanda edilenlerin yani sıradan vatandaşların iktidara boyun eğmelerini iki sebebe dayandırıyor. Birincisi korku. İnsanların herhangi bir lidere boyun eğişlerin temel nedenlerinden birinin güce duyulan korkudan kaynaklandığını savunuyor. İkinci sebebin ise içgüdüsel olduğunu söylüyor:

“Birçok kimseye siyaset zor gelir ve bu yüzden bu kimseler, bir önderin ardı sıra gitmenin kendileri için daha hayırlı olacağını düşünürler.”

Sonraki bölümlerde iktidarın biçimlerini, ‘devrim iktidarı’nın özelliklerini, Fransız ve Rus devrimlerini ve ‘iktisadi iktidar’ı ele alıyor. Uzun bir kapitalizm-marksizm karşılaştırmasına girişiyor ki, Russell’ın Marksizm ile arasının iyi olmadığı bilinen bir gerçek. Bunun yansımasını da kitapta görüyoruz.

Russell, Marx’ı mantıksız bulur. Marksizmi salt ekonomik bir kuram olarak görür ve siyasal düzlemde çözüm üretemediğini savunur. Russell, hayatı boyunca komünizmden nefret etmiştir. Bununla birlikte I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği’ni ziyaret ederek Lenin’i, bir yıl sonra Pekin’e giderek Mao’yu tanıma fırsatı bulmuş ve onlara konferanslar vermiştir.

Burada, iktidarın biçimlerini sınıflandırırken, demokrasi ve demokratlık konusunda yaptığı çarpıcı tespitlere kısaca değineceğim:

“Başarılı politikacı, zaten var olan mekanizmayı kullandığı halde, o mekanizmaya eninde sonunda egemen olabilen ve onu kendi iradesine köle edebilen kişidir.”

Bir demokraside, politikacıyı başarılı yapan niteliklerin ortamın niteliğine göre değiştiğini, sakin ortamda gereken niteliklerle, savaş ya da devrim ortamında gereken niteliklerin aynı olmadığını vurguluyor. Şu sözü de ilginç:

“En başarılı demokrat politikacılar, demokrasiyi kaldırıp diktatör olabilen politikacılardır. Lenin, Hitler ve Mussolini yükselişlerini buna borçluydular.”

Kitabın çarpıcı bölümlerinden biri, “düşünce üzerindeki iktidar”ı anlattığı bölüm… En önemli iktidarın, insan düşüncesine hükmeden iktidar olduğunu, bunun da öncelikle ikna yolu kullanılarak yapılmasının zorunluluğunu anlatıyor. Bu noktada, ‘ikna’ ile ‘zorlama’nın kol kola gittiğini, bazen zorlamanın iknanın önüne geçebileceğini vurguluyor. İkna yolu kullanılırken en büyük aracın, insanların inanışları olduğunu anlatıyor. İnancın hangi etkenlerin ürünü olduğunu sıralıyor: Güçlü istek, kanıt, tekrarlama.

İktidarı elinde bulunduranların, inancı etkileyebilme olanağını, tekrarlamanın gücü sayesinde kazandıklarını ve bunu da resmi propaganda, kutlama törenleri, gösteriler, basın, teknoloji, reklam gibi araçlarla sağladıklarını anlatıyor ve örnekliyor.

Yine önemli bulduğum, “rekabet”i ele aldığı bölüm…

Bu bölümde, keyfi iktidarın tehlikelerini önlemenin en elverişli yolunun rekabet olduğunu belirterek, bu kavramı inceliyor. 19. yüzyıldan beri gerek ekonomik alanda, gerekse siyasi alanda, rekabetin iktidarı sınırladığını ama aynı oranda güçlendirdiğini savunuyor. Rakipsiz bir iktidarın değil, muhalefetli bir iktidarın gücünü daha sürekli kılabileceğini belirtiyor.

Tabi Russell’ın bu kitabı 1938’de yazdığını unutmamak gerekir. Çünkü o yıllar demokrasinin kurumlar ve yasalar tarafından korunmadığı bir dönemdir. O dönemde, ‘çoğunlukçu demokrasi’ dediğimiz, salt seçmen çoğunluğuna dayalı bir rejim hüküm sürüyordu ve bu da kolaylıkla faşizme veya diktatörlüğe dönüşebiliyordu. ‘Çoğulcu demokrasi’ ise, yürütme erkinin, yasama ve yargı erkleriyle ‘denetlenebildiği’, Anayasa Mahkemesi ve yasalar ile sınırlandırılarak, iktidarın paylaştırıldığı bir yönetim biçimidir. Yani seçmen çoğunluğu değil, kurumların ‘çoğul’ ve ‘eşit egemen’ olması esasına dayanır. Bu da demokrasiyi güvence altında tutar. Modern demokrasi bu ayaklar üzerinde yükselir. Çoğulcu demokrasi, demokratik sistemin rayından çıkmaması ve iktidar sahiplerinin, sınırsız iktidarlarına yol açacak eylemlerde bulunmaması için düşünülmüştür. Bu düşünceye yol açan da II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki gelişmelerdir. Çoğulcu demokrasi vatandaşları tam bir demokratik güvence altına alır. II. Dünya Savaşı öncesi bu anlayış olmadığından, bu koruma mekanizmaları yerine, Russell’ın ‘rekabet’i koyduğunu görüyoruz.

Bertrand Russell’ın “İktidar” isimli eseri, kapsamlı, aydınlatıcı olduğu kadar, iktidar-egemenlik-demokrasi konularında söyledikleriyle de güncelliğini yitirmeyecek, kaynak niteliğinde bir başyapıt.

 

 

 

İktidar-Bertrand Russell

Çeviren: Mete Ergin

Cem Yayınevi