“Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatı
“Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.”
Çalışma masam kâğıtlar, kitaplarla dolu. Not alınmış defterler, dergiler, birçok yeri işaretlenmiş kupürler… Defalarca okumaktan ezberlediğim satırları önce notlar aldığım bir kâğıttan okudum, sonra kitaptaki yerini açtım, son sayfalarında olmalı, buldum hemen, bir de oradan okudum yüksek sesle, sonra elimde “Aylak Adam”, tam karşımda oturan Yusuf Atılgan’a döndüm:
“Tutunamayanlar’ı okuduğunuzda, bu satırlarınız geldi mi aklınıza? Sizden bir esinlenme olmuş olabileceği? Çünkü sadece romanın ismi değil ruhu da sizin bu paragrafta söylediklerinizle örtüşüyor.”
Yusuf Atılgan derin bakışlarını elimde tuttuğum Aylak Adam’a sabitledi. Elindeki sigaranın külü düştü düşecek. Üç sigara içen adam küçücük odayı bir duman bulutu haline getirmiş durumdayız. Tam karşımdaki koltukta oturuyor Manisalı yazar. Altmışlı yaşlarında ve tedirgin değil. Gözleri sıcak bakıyor, şefkatli… Sigarasından son bir nefes çekip kül tablasında söndürdü. Sonra yanındaki sehpadan Tutunamayanlar’ın ilk baskısını aldı eline. İlk cildini. 2 cilt basılmıştı çünkü 1971’de… Hacırahmanlı’ya kadar gelen Tutunamayanlar buydu işte. Sinan Yayınevi’nden çıkan, 2. baskısı yapılamayan (Oğuz Atay hiçbir kitabının 2. baskısını görememişti zaten…) çoğu depoya kaldırılan 3500 adet Tutunamayanlar’ın en özellerinden biri…
Kitabın kapağını açtı, ilk sayfasındaki yazıyı yüksek sesle okudu: “İlginizi umarak…” Sonra bana bakarak;
“Hacırahmanlı’da oturduğum sıralar bir gün postadan bu kitap geldi. ‘İlginizi umarak’ diye imzalanmış. Çok beğendiğim halde bunu Oğuz Atay’a bildirmek gereğini duymamıştım. Böylesine güzel roman yazan birinin hakkında başkalarının da yazacağını düşünmüştüm. Yıllar sonra bir tanıdığına benim için ‘romanımla ilgilenmedi’ demiş. Bunu duyduğumda üzüldüm.” dedi.
“Evet”, dedim, “Nokta dergisine de aynen böyle söylemişsiniz. Bu buluşmayı da bu yüzden tasarladım. Kafamda öyle çok düşünce dolaşıyor ki, böylesine aynı meseleleri dert edinmiş ve bunları yazmış, dünyaya aynı yerden bakarken yolları bir türlü kesişememiş iki büyük yazarın yanlış anlaşılmadan doğan kırgınlıkları son bulsun, birbirlerine değer vermediklerini düşünmesinler istedim. İşte görüyorsunuz, kitaplığımda kitaplarınız yan yana duruyor. Aylak Adam ve Tutunamayanlar aynı rafta. Birindeki tutamak sorunu, diğerinde Garip Yaratıklar Ansiklopedisi’nde ‘disconnectus erectus’da vücut bulmuş. Hem sonra…”
“E bu kadar önsöz yeter” diyerek sözümü kesti Oğuz Atay. O alaycı gülüş yerleşmişti yüzüne. 43 yaşındaydı ve neşeliydi. Öldüğü yaştaydı ama hasta görünmüyordu. Sakalları yoktu. Siyah bıyıkları, dağınık saçları aslında yaşından genç bile gösteriyor denebilir. Bir elinde çay bardağı, diğerinde sigara, ayakta kitaplığa yaslanmış, bir bana bir Yusuf Atılgan’a bakarak devam etti:
“Hem Tutunamayanlar’ı yemiş yutmuşsun ama öte yandan girizgâhlarla ne çok alay ettiğimi unutmuş görünüyorsun. Ama bizi bir araya getirmen bile büyük incelik Olric. Bu yüzden fazla yüklenmeyeceğim sana. Sana Olric diyebilir miyim? Romandakiyle benzerlik olduğu için değil. Bu garip duruma uygun düştüğünü düşünüyorum o yüzden. Neyse, ne diyordum… Ha evet, bu buluşma sayesinde üstada kırgınlığımın yersiz olduğunu öğrenmiş oluyorum. Ama biraz sitem hakkım da olsun değil mi?” diyerek Yusuf Atılgan’a döndü:
“İzninizle şu kulağınıza gelen ‘romanımla ilgilenmedi’ sözüme açıklık getireyim. Benim için Aylak Adam bir başyapıttır. Yayınlandığında ben İTÜ İnşaat Fakültesi’ni yeni bitirmiş genç bir mühendistim. Sizin başyapıtınızdan 12 yıl sonra Tutunamayanlar yayınlandığında size gönderdim. Kitaba yazdığım gibi ‘ilginizi umarak’. Ama bir yanıt gelmeyince bir yakınıma şöyle demiştim; ‘Yusuf Atılgan’a kitabımı gönderdim. Ancak kendisinden tek kelime dahi duymadım. Romanımla ilgilenmedi. Gördüğüm tek kayıtsızlık bu oldu’. Fakat şimdi mutlulukla görüyorum ki, ilgilenmek bir yana çok beğendiğinizi öğreniyorum. Ama emin olun sandığınız gibi insanlar çok güzel şeyler yazıp övmediler kitabı.”
“Biliyorum”, dedi, Yusuf Atılgan, “Öylesine sert vurmuştun ki gerçekleri Türk aydınının suratına, seni ve eserini görünmez kılmak için ellerinden geleni yaptılar.”
Araya girdim;
“Öyleyse aslında siz de romanı okuduktan sonra size ve yapıtınıza hayran yeni bir yazara bir mektup yazsaymışsınız büyük moral olurmuş. Tıpkı hayranı olduğunuz Attila İlhan’ın size yazdığı gibi…”
Hemşehrim sıcacık gülümsedi ve çayından son yudumu alırken;
“Dersine iyi çalışmışsın delikanlı” dedi.
Bunu bir övgü olarak gülerek kabul ettim ve Oğuz Atay’a döndüm;
“Üstelik TRT Roman Ödülü almasına rağmen kitabı kimse basmak istemiyor. Bir gün Sinan Yayınevi’nin sahibi Hayati Asilyazıcı sizi aramış ve telefonda söylemiş kitabı yayınlamak istediğini değil mi? Hatırlıyor musunuz?” dedim ve o anlatmaya başlarken ben de çayları tazeledim.
“Nasıl unuturum? Hayati Bey ödüller açıklandıktan sonra Tutunamayanlar’ın bir teksir kopyasını edinmiş. Okur okumaz da beni okuldan aramış, bulamayınca not bırakmış. Sonra ben onu aradım. Kitabı hemen basmak istediğini söyleyince ‘kimse basmak istemedi, emin misiniz’ diye sordum. O da ‘Evet, hemen sözleşme yapalım’ dedi. Birkaç gün sonra Güncer Han’daki ofisinde buluştuk. İki cilt olursa daha rahat okunacağını söyledi, ben de kabul ettim. Hatta kapak için Londra’da yaşayan bir arkadaşımdan ricada bulunmuştum, onun gönderdiği örneklerden seçmiştik.”
Ben; “Şu romanı ithaf ettiğiniz arkadaşınız mı?” diye biraz imalı sorunca, “O kadar da kurcalama artık” dedi gülümseyerek.
“Aslında sizinle birlikte olmak istememin tek sebebi Tutunamayanlar’ın Hacırahmanlı macerası değil elbette” diyerek konuyu değiştirdim. O sırada Yusuf Atılgan kalkmış, kitaplığımı inceliyor. Kendi kitaplarının bir yanında Oğuz Atay’ın diğer yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarını görünce duraladığını hissettim.
“Her ne kadar ikiniz de şu tutamak-tutunamayan konusunda bir etkilenme, esinlenmenin varlığıyla ilgili hiç ipucu vermeseniz de ben bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar… Yusuf Atılgan’ın Edebiyat Fakültesi’nde hocasıydı ve ondan çok şey öğrendiğini kendisi de söylüyor. Artık ister tesadüf deyin, ister edebiyatın cilvesi, bazı kavramlar, simgeler aynı yolda yürüyen yazarların eserlerinde bir şekilde kendini var edebiliyor.”
O sırada Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” nü raftan alıp bana gösteren Atılgan’a,
“Hah”, dedim, “Tam da bundan söz ediyordum. Sizin “Saatların Tıkırtısı” öykünüzü okuduğumda, içerik ve tür tamamen farklı olsa da hemen Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve oradaki saat ustası Nuri efendi gelmişti aklıma. Belki iki eseri yakın tarihlerde okumamın, belki Tanpınar’ın hocanız olduğunu biliyor olmamın bunda etkisi vardır, bilemiyorum. Çünkü iki eserin birbirinden etkilenmeyle yazılmadığı çok açık. Araştırdığımda gördüm ki hemen hemen aynı tarihlerde yazılmış iki eser. Bu beni daha da memnun etti, sevdiği yazarların aynı damardan beslendiğini görmek mutlu ediyor insanı.”
“Bağ kurma isteği!”
İkimiz de bakışlarımızı Oğuz Atay’a çevirince o devam etti:
“Sevdiklerin arasında bağlar arıyorsun. O bağları bulmak sana huzur veriyor. Edebiyat böyle bir şeydir. Hiç görmediğin, tanımadığın yazarları ve kitapları gruplandırırsın. Ayrı ayrı aileler oluşturursun onlardan. Kimi aileyle az görüşürsün, kiminle sürekli. Çok sevdiğin ailenin bireylerinin de birbirleriyle iyi anlaşmalarını istersin. Raflara kitapları sıralarken bile buna dikkat edersin. Yusuf Atılgan’ın bir yanına Tanpınar’ı, diğer yanına beni koymuşsun. Ama Tutunamayanlar’ın yanına da Leonard Cohen’i yerleştirmişsin özenle. ‘Görkemli Kaybedenler’. Tutunamayanlar’ın ruhuyla Görkemli Kaybedenler’in ruhunun akraba, hatta kahramanlarının bile aynı edebi kandan geldiğini düşünüyorsun. Haksız da sayılmazsın. İki kitap birlikte okunursa daha verimli bir okuma olabilir. Böylece evrensel özelliği de olan edebi aileler yaratıyorsun kendine. Oysa o aileler oluşurken salt senin tercihlerinle şekillenmiyor. Zaten aynı kanaldan beslenen yazarları sen düşünce dünyanda bir araya getiriyorsun sadece. Çağdaş olup yolları kesişmeyenleri de bu gece olduğu gibi bir araya getiriyorsun. Varsa kırgınlıkları, yanlış anlaşılmaları çözüyorsun ve iç sıkıntını hafifletiyorsun. Sanki iç sıkıntın bundan ibaretmiş gibi…”
“Yani, ‘ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.’ diyorsunuz?
“Onu ben demiyorum, üstat Aylak Adam’da diyor.”
“Bak bir de ne diyorum” diyerek Yusuf Atılgan, Aylak Adam’ı açtı;
“Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. ‘İş avutur’, derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu.”
“Yani iç sıkıntısından mı misafir ediyorum sizi?”
“Hayır”, dedi, Oğuz Atay, “Edebiyat tutkusu… Bir de hani yazamadığım kitap var ya; Türkiye’nin Ruhu. İşte biz üç nesil o ruhu temsil ediyoruz burada. Sıkıntımız iç değil, çok dış aslında. Tutunamayanlar’da diyorum ya, ‘Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım?’ Yani Olric, bu kadar şeyi göze almak az şey değil…”
“Aylak Adam’ın giriş cümlesi en iyi başlangıç cümlelerinden biri bence. ‘Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.’ Umudun varlığı bile içimizdeki sıkıntının erimesine yol açabiliyor. Bu da bizi hayata tutan şey işte…”
Sohbet hiç sessizlik araları olmadan devam etti. Hiç birimiz ‘Sustu. Konuşmak gereksizdi.’ cümlesini geçirmedik aklımızdan. Hacırahmanlı’dan konuştuk Yusuf Atılgan’la. Oradaki kitaplığa adının verildiğini ama kullanılmadığını söylediğimde kederli bir gülümseme geçti yüzünden. Kurduğu spor kulübünün lokâlinin hala durduğunu, briç oynadığı, vakit geçirmekten keyif aldığı kahvelerin hemen hepsinin yerli yerinde durduğunu söyleyince de keyifle ışıldadı gözleri.
Oğuz Atay’la benden çok konuştular. Bir ara beni unutup edebi sohbetlere daldılar. Proust, Kafka, Gide, Halide Edip, Tanpınar derken zamanın nasıl geçtiğini hiç birimiz anlamadık.
Gün ışımak üzereydi. Ayrılma zamanı gelmişti. İkisine de teşekkür ettim. Hem onları yan yana getirmekten dolayı hem de bana öğrettikleri için içim huzur doluydu. Gitmeden önce Oğuz Atay, son mektuplarından birinde arkadaşına yazdığı satırları hatırlattı bana;
“Benden gerçek bir söz istiyorsan şunu derim. Başkalarının yaptığı kötü şeyler değil, senin yaptıkların ilgilendirsin seni. Gençliğimden beri bilirim ki insan başkalarındaki kötülükleri görerek iyi olmaz. ‘Sen herkesi kötülemez misin’ diyeceksin. Bana da bakma. Benden de ‘varsa’ iyi şeyler öğren.”
*Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları
*Tutunamayanlar, Oğuz Atay, İletişim Yayınları
*Ntv Tarih Dergisi, Sayı 47, Aralık 2012
*Oğuz Atay Derslerine Giriş, Sıddık Akbayır, OT Dergisi
*Saatleri Ayarlama Enstitüsü, A.H. Tanpınar, Dergah Yayınları
*Evvel Zaman Sohbetleri, Oğuz Atay Bölümü, Engin Topuz, www.manisahaberleri.com www.manisatv.com.tr
*Evvel Zaman Sohbetleri, Yusuf Atılgan Bölümü, Engin Topuz, www.manisahaberleri.com www.manisatv.com.tr