Aslında yazının başlığına Geschwind Sendromu ve hipergrafi kavramlarını da ekleyebilirdim.

Kimi yazarlar için benim gibi sizin de aklınıza şu soru gelmiştir: Bu kadar çok yapıtı nasıl, ne kadar sürede yazabilmiş?

Yazmayı bir tutku haline getiren, yazmadan duramayan, Sait Faik’in sözüyle “yazmasa deli olacak” yazarlar hep ilgimi çekmiştir. Bazı yazarlar için bunun tutkunun ötesinde bir hastalık olabileceğini ilk keşfeden Alman nörolog Norman Geshwind oldu.

Geschwind epilepsi hastaları üzerinde çalışırken temporal lob epilepsisi olan hastaların bazılarında atak geçişlerinde bir takım bilişsel değişikliklerin olduğunu gözlemledi. Bu belirtilerden bazıları:

-Alınganlık ve agresiflik

-Aşırı dindarlık

-Artan duygusallık

-Şaka kaldıramama

-Cinsel istekte azalma ve

-Sürekli yazı yazma isteği (hipergrafi) idi.

Bilindiği gibi dev yazar Dostoyevski de bir epilepsi hastasıydı. Bu belirtilerin Dostoyevski’de de olduğunu gören Geschwind bu hastalığa Dostoyevski Sendromu adını verdi.

Yazmadan duramama, aşırı yazma düşkünlüğü olarak tanımlanabilecek bu sendroma sahip tek yazar veya sanatçı Dostoyevski değil. Stephen King, Edgar Allan Poe ve bizden bir isim Sait Faik de hipergrafiye sahip yazarlar olarak kabul edilmektedir.

Sait Faik’in ünlü öyküsü Haritada Bir Nokta, bu yazma düşkünlüğünü kendi yaşamı üzerinden anlatması bakımından önemli bir eserdir ve hepimizin bildiği o cümleyle sona erer:

“Yazmasam deli olacaktım.”

Geschwind sendromuna bağlı hipergrafi, aşırı ve tekrarlayan bir şekilde detaylı yazı yazmadır. Öyle ki kâğıt bulunamadığında kişi mobilyalara, duvarlara, vücuda, hatta kendi kanıyla yazmaya kadar gidebilir. Bu hastalığın en önemli örnek kişilerinden biri ünlü ressam Van Gogh’dur.

Sadece 37 yıl ömür süren Vincent Van Gogh (1853-1890), bilindiği gibi sanat tarihinin en etkili, en özel kişilerinden biridir. Çocukluğundan itibaren psikolojik sorunlarla boğuşan Van Gogh, iki binden fazla resim ve çizim çalışması üretmiş ve bunların önemli bir bölümünü yaşamının son iki yılında yapmıştır.

Van Gogh’daki yazma deliliğini en belirgin şekilde mektuplarında görüyoruz. Yaşamı boyunca başta kardeşi ve en büyük destekçisi Theo olmak üzere birçok kişiye yüzlerce mektup yazmıştır. Sadece kardeşine yazdığı mektup sayısı 600’den fazladır. Meraklıları Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Theo’ya Mektuplar- Vincent Van Gogh kitabına bakabilirler.

Bu sendromla ilgili çok beğendiğim bir de öyküden söz etmek istiyorum. Murat Gülsoy’un 2021 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanan Belirsiz Bir Ânın Kıyısında adlı kitabının son öyküsü Geshwind Sendromu adını taşıyor. Otuz sayfalık bu öykü yazarın çoğu eserinde kullandığı metakurmaca tekniğiyle benzersiz bir okuma sunuyor bize.

Öyküde Almanya’dan İstanbul’a sefer yapan bir uçağın içine gidiyoruz. Yan yana oturan üç kişi. Şiddetli uçak korkusu olan bir adam, emekli bir onkolog kadın ve koridor tarafında oturup yolculuk boyunca sürekli deftere bir şeyler yazan bir adam. Öykünün başlarında onkolog kadınla, uçak korkusu olan adamın yaşamlarıyla, yolculuğa neden çıktıklarıyla ve kendilerini yolculuk sonunda nelerin beklediğiyle ilgili bilgiler ediniriz. Öykünün yaşadığımız dünyaya benzer gerçekliği bizi kuşatır, her şey hayatın olağan akışında gibidir. Uçağın türbülansa girmesi, yaşanan kısa süreli panik, onkolog hanımefendinin yanında korkudan titreyen yolcuyu sakinleştirmeye çalışması gibi gelişen olaylar da hikâyenin gerçekliğine olan inancımızı pekiştirir. İlginç olan şudur ki, defterine yazılar yazan kişi, hiçbir şeyle ilgili görünmemekte, yiyecek servisini kabul etmemekte, kimseyle konuşmamakta, sadece ve sadece yazmaktadır. Onkolog kadın adamın yazdıklarına göz attığında dehşete düşer. Çünkü adam kendisinin hem hayatını hem zihninden geçenleri bilip yazmakta, hem de bir an sonra yaşanacakları da bilmektedir. Adam ne yazarsa olmaktadır (türbülans, hostesin koridordan geçmesi..). Öykü o andan itibaren bizi bambaşka bir gerçekliğe götürür ve uçakta yaşananları soluksuz bir merakla okuruz.

Yazarların en sık karşılaştığı sorulardan biridir: Neden yazıyorsunuz? Her yazarın kendine göre bir yanıtı vardır elbette. Bu yazarların kimi de belki farkında bile olmadan hipergrafinin etkisindedirler.

Yazma dürtüsüyle ilgili üç kavramdan söz edebilirim: Heves, tutku ve hastalık. Heves, anlamı gereği geçicidir. Kısa sürelidir, süreklilik kazanamaz. Bu kişiler ya bir süre sonra yazmayı bırakır ya da belli dönemde yeniden hevese kapılıp “yazarcılık” oynarlar.

Tutku ise yine anlamı gereği sizi bırakmayan, yaşam boyu bir parçanız haline gelen, onsuz yapamadığınız bir duygudur. Bu tutku sizi edebiyata bağlar, edebiyat da hayata.

Tutku da sizi sürekli yazmaya, yazmadan duramamaya iter ama bu hipergrafi ya da Dostoyevski sendromundan farklıdır. Hipergrafide bilinçdışı bir durum da devrededir.

Tabii adı geçen dev isimlerin yazma hastalığını olmasa bile yazdıklarının niteliğinin yüksekliğini bu sendroma borçlu olup olmadıklarını bilemeyiz. Tıpkı bu tür epilepsiye sahip olan her kişinin yazar olacağını söyleyemeyeceğimiz gibi.

e-posta: [email protected]