Yavaşlığı seviyorum.
Yavaş akan zamanı, zamanın yavaş aktığı şehirleri seviyorum. Mahallemizde sürekli yavaş adımlarıyla dolaşan köpeği, sonbahar rüzgârında yavaş yavaş dökülen yaprakları, ilkokul çocuğunun sabah mahmurluğunun verdiği yavaşlıkla yaya geçidinden geçişini, içine daldığım kitabın sayfalarını yavaş yavaş çevirmeyi seviyorum.
Yavaş konuşan insanların kurduğu cümlelerdeki kelime aralarına sığınmayı, harflerin boşluklarında söylediklerinin dışında anlamlar aramaya çalışmayı, sonra o boşluklardan süzülüp anlattıklarını desteklemek için yaptığı el hareketlerini, yüzlerinin aldığı şekilleri, dudak kıvrımlarına yerleşen ünlem işaretlerini, gözbebeklerinin heyecanla hareket etmesini izlemeyi seviyorum.
Baş döndürücü bir hızla değişen dünyanın aynı hızla dönmeye devam ettiğini düşünmeyi seviyorum. Giderek daha çok hızlanan günlük hayatın içinde hâlâ yavaş giden şeyleri fark etmeyi seviyorum. Çarşının korna sesleriyle kirli, koşuşturan insanlarla yoğun caddelerinde örneğin, beyaz sakallı yaşlı adamın kendine bulduğu bir köşede, satmak için yanında getirdiği tespihleri yavaş yavaş, özenle, önündeki küçük tahta tezgâha yerleştirişine bakmayı seviyorum. İşi bitince yavaşça doğrulup küçük adımlarla evine yollanırken onun yaşadığı hayatı hayal ediyorum. Nasıl bir evde, kimlerle yaşadığını, bu yaşına kadar neler görüp geçirdiğini, hangi badireleri atlattığını hayal etmeye çalışıyorum. Başaramıyorum. Onun hislerini görmek istiyorum. Hisleri bir resme dönüşsün ve gözümün önünde canlansın, sonra gidip gördüklerimi ona anlatayım istiyorum. Ama ben küçük bir resim bile hayal edemeden o küçük adımlarıyla çoktan uzaklaşmış oluyor şehrin ara sokaklarına doğru.
Evime dönerken, annesiyle babasının yanında küçük adımlarıyla yürüyen çocuğa takılıyor gözüm. Onun bir an önce büyümek istediğini ama zamanın onun için inanılmaz derecede yavaş geçtiğini düşündüğünü biliyorum. Hayallerini gerçekleştirmek için bir an önce yetişkin olmak istiyor ama daha bitirilecek çok okul, girilecek nice sınav var önünde. Önümde zamanın onun gördüğü gibi upuzun olmasını istiyorum.  
 
Sonra evime dönüp bir şiir kitabını açmayı, dizelerin arasına yavaşça süzülmeyi seviyorum.
“Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir.”
Yahya Kemal’in, beni benden alan dizesini mırıldanırken, o dizeyi oluşturan bütün harflerin nasıl böyle ‘âhenk’le bir araya gelip o insanı suskunluğa, hüzne, başka bir benliğe sokan anlamı verdiğini düşünmeyi seviyorum. Sanatta ebediyete en çok böyle dizelerin kalacağını hissediyorum. Bir gün hep beraber bu gezegeni terk etmek zorunda kalırsak, varsın Batılılar Mona Lisalarını, Madonna tablolarını alıp yanlarına binsinler bizi götürecek ‘Sessiz ‘Gemi’ye; bana Yahya Kemal’in dizesiyle Yunus Emre yeter diyorum:
“Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan” 
Sonra Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’sini açıp okuyorum, sessiz ve yavaşça.
 
Gece sabaha kavuşurken güneşin kendini yavaş yavaş gösterişini seviyorum. Yeni doğan günde yeryüzündeki ve benim şehrimde de elbette, insanların bir taraftan diğer tarafa koşuşturmasının, sürekli bir şeylere yetişme telaşının güneşin hiç de umurunda olmadığını düşünmeyi seviyorum. Bunları düşünürken çayımı yavaşça yudumlamayı da seviyorum elbette.
Velhasıl… Hayatımızda yer eden, kontrol edemediğimiz telaştan, acelecilikten bulabildiğim her boşlukta sıyrılmaya, yaşamın köşelerine gizlenmiş yavaşlıkları fark etmeye çalışıyorum. Düşünmeyi ve yazmayı bu yüzden çok seviyorum. Düşüncelerimi yavaşlatabiliyor, harfleri tutabiliyorum çünkü.