Yusuf Atılgan’ın eserlerini, hakkında yazılanları, kendi notlarımı tekrar okuyor, gözden geçiriyorum.
Bu notları sizinle paylaşmak istedim.
İlk olarak Anayurt Oteli’nden başlayacağım.
Anayurt Oteli bilindiği gibi Manisa’da geçen bir hikâyeyi anlatıyor. Otel de Manisa’da geçmişte var olmuş, çocukluğunda yazarın ailesiyle zaman zaman kaldığı bir otel. Adı da gerçekte Anavatan Oteli. Kitabın adı da yayım aşamasında Anavatan Oteli ancak kitabın ilk basımını yapan Bilgi Yayınevi’nin önerisiyle Anayurt Oteli’ne dönüştürülüyor.
Romanın adı aslında bir oksimoron içeriyor. “Anayurt” ‘ev’ kavramını çağrıştırırken, ‘otel’ ise ‘gurbet’i ‘sıla’yı akla getirir. İlki kalıcı, ikincisi geçicidir. Bu zıtlığı romanın adına yazar bilinçli mi yerleştirdi, bilemiyoruz.
Roman şu cümleyle başlar:
“İstasyona yakın Anayurt otelinin kâtibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu.”
Daha ilk cümleyle birlikte, yazar bizi roman karakterleriyle tanıştırıyor:
Kasaba (ya da kent), otel, Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın. Ayrıca yalnızlık kavramı…
Bütün bunlar romanın ilk cümlesine yerleştirildiği gibi, yazar ayrıca, üç sayfa sonra her birine başlık açarak bize roman karakterlerini tanıtıyor:
Kasaba…
Otel…
Zebercet…
Ortalıkçı Kadın…
Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın…
Emekli subay olduğunu söyleyen adam…
Kedi…
Odadaki iki havlu…
 
Kasaba, bildiğimiz gibi Manisa. Yazar kasabayı anlattığı paragrafa, “Ya da kent” diye başlamış. Aynı paragrafta Spil’i, ad vermeden şöyle betimliyor:
“…yarı belinden sonra yükselen dimdik kayalarıyla koskoca bir dağ trenin üstüne devriliyor gibidir.”
Bu betimleme bana, yazarın Bodur Minareden Öte öyküsündeki Spil için yaptığı tanımlamayı çağrıştırdı. Orada Spil için, “eteğinden yukarısı çıplak” diyordu.
Romanda Manisa çok yoğun bir şekilde var. Hikâye 1963 yılının Manisa’sında geçiyor; bu yüzden benim gibi Manisalı bir okura ayrı bir tat veriyor:
Otel, istasyona yakın bir yerde…
Adliye… (Bugünkü nüfus müdürlüğü)
Adliyenin arkasındaki cezaevi…(Bugünkü Kültür Sitesi)
Dörtyol kavşağı…( Sekiz Havuzu’nun olduğu yer)
Alaybey köprüsü…
Kitaplık… (Kitapsaray)
Ulu Park…
Ulu Camii…
Postane…
Saray Sineması…
Kız Meslek Lisesi…
Dokuma Fabrikası… (Sümerbank)
 
Otel, Kız Meslek Lisesi’nden istasyona giden caddede. Otel gerçekte de varmış, adı Anavatan Oteli’ymiş. Bugün otelin olduğu yerde Anavatan Apartmanı var. Zebercet otelin kâtibi. Babası Ahmet Efendi. Bu isimler de gerçekte var, ailesiyle bu otelde birkaç kez kalan Yusuf Atılgan, romanda isimlerin yerini değiştirmiş. Gerçekte kâtip olan Ahmet Efendi’yi baba yapmış, baba olan Zebercet’i ise kâtip…
Roman karakteri Zebercet, otuz üç yaşında, sevgisiz büyümüş, alabildiğine yalnız, takıntılı, saplantılı, sayfalar ilerledikçe gördüğümüz üzere hastalıklı bir ruhsal yapıya sahip. Zorunlu haller dışında otelde sürüyor yaşamını (“…yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir hamama, dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir postaneye…”).
Yanında sadece bir kişi çalışıyor: Vaktiyle dayısının köyden getirip bıraktığı, kimsesiz, uysal, bolca uyuyan “ortalıkçı kadın”.
Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen, otelde bir gece kalan kadını (“Yirmi altı yaşlarında. Uzunca boylu, göğüslü. Saçları, gözleri kara; kirpikleri uzun, kaşları biraz alınmış. Burnu sivri, dudakları ince. Yüzü gergin, esmer.”), gittikten sonra her gün, gelecek diye bekliyor.
Kadın gelmiyor…
 
Zebercet, önceleri umutla bekliyor. Onun kaldığı odayı kilitliyor, hiçbir müşteriye vermiyor. Odayı olduğu gibi, kadının gittiği sabahki haliyle bırakıyor.
Geceleri o odaya girerek zaman geçiriyor. Kadının çay içtiği bardağı bile odadan götürmüyor. (“Kadının dudaklarının izi sandığı yeri öptü.”)
Kadının nüfus kâğıdının yanında olmayışı, giderken odada unuttuğu havlu, bitmeden söndürülmüş iki sigarası, Zebercet için önemli ayrıntılar. Üstelik kadının yattığı yatak, Zebercet’in doğduğu yatak.
 
Zebercet kadını beklerken, elbette otele yeni müşteriler gelip gidiyor. Emekli subay olduğunu söyleyen adam bunlardan biri. Bu adam kadının gittiği gün geliyor. Sanki birini bekler gibi, gazete-kitap okuyarak günlerini geçirip otelde bir hafta kalıyor.
O adam da gittikten sonra Zebercet otele kimseyi almıyor, dış kapıya “Kapalı” yazısını asıyor, kadının kaldığı odaya yerleşiyor. Cinsel yalnızlığının nasıl hastalıklı bir duruma ulaştığını aşama aşama izliyoruz bu sayfalarda.
Düzenini bozarak daha sık dışarı çıkıyor; meyhanede, sinemada, horoz dövüşlerinde, kentin caddelerinde geçirdiği zamanlara tanıklık ediyoruz.
 
Zebercet bir süre sonra ortalıkçı kadını boğarak, otelin kedisini ise tavayla öldürüyor. Bu kediyle ilgili iki not aktarayım:
Birincisi, yakın dostu Bilge Karasu, Yusuf Atılgan’a içerlemiş, hatta “Canisin sen” demiş. Kedileri çok seven Bilge Karasu, romanı okuduktan sonra, “Nasıl kıydın o kediye?” demiş yazara.
İkincisi ise kedinin romana nasıl girdiğiyle ilgili: Halil Şahan’a anlattıklarından öğreniyoruz ki, yazarken çatıda fare tıkırtısı duyuyor, romana kediyi yerleştiriyor.
Yusuf Atılgan’ın yazma konusunda çok titiz olduğunu biliyoruz. Az eser vermesi de buna bağlanıyor. Bir de çok okumasına… Bir gün dostu Orhan Barlas, yazara şöyle diyor: “Siz çok okuduğunuz için yazmıyorsunuz. Okumayı bırakın.”
 
Ortalıkçı kadın ile kediyi öldüren Zebercet, iyice hastalıklı yalnızlığına gömülüyor. Adliyede izlediği bir duruşmadan sonra (biz sonra anlıyoruz) davanın karar tarihi olan 28 Kasım’da hayatına son vermeye karar veriyor. 28 Kasım aynı zamanda Zebercet’in doğum günü… Ama on sekiz gün önce 10 Kasım 1963’de öldürüyor kendini: Otelin bir odasında, kendini iple tavana asarak.
Romanda tarihler önemli. Romanı bir yılda yazan yazarın, tarihleri özenle seçtiğini görüyoruz. İşte örnekler…
1839…
1908…
1922…
1923…
28 Kasım 1930…
10 Kasım 1963…
 
1839- Otelin olduğu yerde konağın yapıldığı tarih. Aynı zamanda Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği yıl.
1908- Konağın sahiplerinden Rüstem Bey’in evlendiği tarih. Aynı zamanda II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl. Romanda bu tarihten söz edilirken, “Hürriyet’ten önce”, “Hürriyet’ten sonra” diye vurgu yapılır.
1922- Büyük Manisa Yangını’ndan söz ederken “Yangın” deniyor. Aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın kazanıldığı yıl.
1923- Konağın otel olduğu yıl. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ilanı.
            Yusuf Atılgan, bu tarihlerle ilgili şöyle diyor:
“Ben romanlarımda politik ya da toplumsal durumları böyle telmihlerle –(telmih: anlatılmak isteneni üstü kapalı bir biçimde söyleme, anıştırma)- geçiştiririm. Bunlar benim toplumsal olaylara bir dokundurmam gibidir.”  
28 Kasım 1930- Zebercet’in doğum günü.
10 Kasım 1963- Zebercet’in intihar ettiği gün. “İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldılar buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu?”
Yazarın Zebercet’i neden 10 Kasım günü öldürdüğü üzerine çok kafa yordum. Sonra bunun anlamca yanıtını intiharın üç sayfa öncesinde buldum:
“Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için: Ölüm.”
 
Bu tarihin bir de kurgusal sebebi var: Otelin (dolayısıyla eskiden konağın) sahibi olan aileden birinin, bir tekkede çile doldurması anlatılıyor. Bu kişi, kırk gün dolmadan yirmi iki günde çıkıyor tekkeden. Buradan yola çıkarak Zebercet, kadının gidişinden sonra kırk günü doldurmayı amaçlıyor. Kadın otelden 18 Ekim’de gitmişti. 28 Kasım’da tam kırk gün olacaktı, yani Zebercet’in doğum gününde. Fakat Zebercet, daha sonra çilesini erken dolduran kişiyi hatırlayarak kırk günü doldurmuyor; yirmi ikinci gün öldürüyor kendini. (“Neden, neyi bekliyordu? Yirmi sekiz Kasımda olursa süreksizliğin, tutarsızlığın, saçmalığın bir anlamı mı olacaktı sanki?”)
 
Bence çok çarpıcı iki bilgiyi sona sakladım.
Yusuf Atılgan, romanda “ve” bağlacını sadece 9 yerde kullanmış.
Evet saydım.
Saydım çünkü, oğlu Mehmet Hamdi’nin bir röportajından öğreniyoruz ki, yazar “ve” bağlacını kullanmayı sevmezmiş; Aylak Adam’da sadece bir kez kullandığını söylemiş. Onu da keşke kullanmasaymışım, demiş.
İçime bir kurt düştü…
Tek tek baktım.
Öykülerinin hiç birinde “ve” bağlacını kullanmamış.
İki masalından birinde hiç kullanmamış, diğerinde üç kere kullanmış.
Aylak Adam’ı söylemiştik: bir kez.
Canistan’da 34 tane var. Ama onu değerlendirme dışı tutuyorum. Çünkü o bitmemiş bir romandı. Halil Şahan’a bir mektubunda, bitirince tekrar gözden geçireceğini söylüyor.
Anayurt Oteli’nde ise 9 yerde “ve” bağlacı var. Bunların da 5 tanesi ilk sayfalarda zaten. Görülüyor ki, Yusuf Atılgan, zorunlu haller dışında “ve” bağlacını kullanmaktan kaçınmış.
Son notum ise bir kelimeyle ilgili.
Anayurt Oteli’nde, sevgisiz büyümüş, sevgisizlik kurbanı, yabancılaşmış bir kişiyi anlatan yazar, romanda “sevgi” kelimesini hiç kullanmamış!
Evet satır satır taradım. Çünkü bu bilgiyi yazar, Halil Şahan’a vermiş, ben de emin olmak için tekrar kontrol ettim.
 
Türk edebiyatının başyapıtlarından Anayurt Oteli filme de çekildi. Ama film bu yazının konusu olmadığı için ona değinmedim.
Yazıyı bence kitabın en güzel cümlesiyle bitirelim:
“Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.”
 
 
Not: Ben de ustaya küçük bir selam olsun diye bu yazıda “ve” bağlacını –bağlacın kendisini anlattığım bölüm dışında- kullanmadım.

Kaynaklar:
1. Anayurt Oteli, Yusuf Atılgan. YKY
2. Siz Rahat Yaşayasınız Diye, Yusuf Atılgan. Can Yayınları
3. Sevgili Halil Kardeş-Köye Mektuplar/Yusuf Atılgan. Edebi Şeyler Yayınevi
4. Babam Gerçekten İyi Yazarmış, Mehmet Atılgan Röportajı. t24.com.tr
5. Bütün Öyküleri, Yusuf Atılgan. YKY
6. Canistan, Yusuf Atılgan. YKY
7. Aylak Adam, Yusuf Atılgan. YKY