Hafta sonları daha farklı yazılar yazmak, günlük politikadan biraz olsun uzaklaşmak işin açıkçası kendi keyfime yazmak istiyordum. Daha önce bu düşünceyle başladığım yazım evrildi ve bu hale geldi.
Ne demiş Ahmet Hamdi Tanpınar? "Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”
Bu konuda değişen bir şey yok.
Yazılarıma gelen yorumlara zaman zaman göz atıyorum. Son dönemde bir hayli mesaj da alıyorum. Kimine bakabiliyorum, bazen cevap da veriyorum.
Bazıları eleştiriyor, bazıları katkı sunuyor, ama bir kitle var ki neyi, neden söylediğini bile bilmiyor.
Bunlar ne yazık ki sadece “trol” değil; yankı odalarının sadık neferleri.
A Haber izleyip Yeni Şafak okuyan, her cümlesine “hain misin?”, "teröröö" diye başlayan, düşünceyi değil, sloganı yücelten bir topluluk.
Türkçe? Berbat.
İmla? Katliam.
Anlatım? Bozuk değil, yıkık.
Kendilerinden o kadar eminler ki, herkesin doğruyu onlardan öğreneceğine inanıyorlar.
Bu özgüvenin kaynağı ne bilgi, ne okuma, ne eğitim…
Cehalet. Hem de örgütlü bir cehalet.
Bu noktada aklıma Sokrates geliyor.
Sokrates, M.Ö. 469 yılında doğdu.
Yaşadığı şehir devleti Atina, o dönem felsefenin, sanatın, siyasetin ve doğrudan demokrasinin merkeziydi.
Ama bu parıltılı atmosferin altında, herkesin her konuda konuştuğu ama pek az kişinin düşündüğü bir toplum vardı.
Savaşlar, iç çatışmalar, çıkar kavgaları ve halkın manipüle edilmesi..
Atina’da doğrudan demokrasi vardı fakat bu herkesin doğru karar verebildiği anlamına gelmiyordu.
Sokrates’in derdi de tam olarak buydu;
“Yönetim, bilgiyle mi yapılmalı, yoksa popülariteyle mi?”
O, bilgeliği öne çıkarıyor, çoğunluğun fikrine değil doğru fikre değer verilmesi gerektiğini söylüyordu.
En çok da şuna inanıyordu: “Bilen konuşmalı, bilmeyen susmalı.”
Bugünün sosyal medyasını düşününce yüzümde müstehzi bir gülümseme oturuyor.
Bilenin değil, bağıranın, bütçesi olanın ve örgütlü olanın sözü geçer değil mi?
Sokrates sorular soruyordu.
Cevap almak için değil, cevabın ne kadar zayıf olduğunu göstermek için.
Çünkü ona göre gerçek bilgi, bir insanın cehaletini fark etmesiyle başlardı.
Bu farkındalık, cehaletin konforunu bozar.
Halk, o konforu kaybetmek istemediği için Sokrates’e düşman kesildi.
Bugün de yankı odalarında büyümüş troller, en çok da bu rahatsızlıkla saldırıyor.
Düşünmek istemedikleri için düşündüreni de susturmak istiyorlar.
Trollerin dünyasında cehalet ödüllendirilir.
Sokrates’in dediği gibi:
“Cehalet, sadece bir eksiklik değildir; bir kötülüğe dönüşme potansiyeli taşır.”
Bugünün trolleri, bu kötülüğün dijital temsilcileri.
Tehlikeli olan da şu; yalnız değiller.
Birbirlerini besleyen, haklı bulan, tekrar eden, örgütlü bir zihin yoksunluğu içindeler.
Tıpkı Atina’daki gibi.
Hatırlayalım;
Sokrates’i kral ya da diktatör değil,
Atina halkı yargıladı.
Çünkü onları düşündürmekten vazgeçmemişti.
Sorduğu sorularla düzenin çürümüşlüğünü ortaya koyuyordu.
Bugün de yargı yerini değiştirdi;
Sosyal medya yorumları, troll ağları, televizyon ekranları..
Hepsi yeni mahkeme salonları.
Yargıçlar, eski fetöcü yorumcular, sahte hesaplar.
Savunma yok, sadece hüküm.
Bilgi bugün de değer görmüyor.
Yalakalık, çarpıtma, slogan bunlar daha çok alkış alıyor.
Ne yapmalı?
Sokrates idam edildiğinde 70 yaşındaydı.
“Devletin tanrılarına inanmamak” ve “gençleri yoldan çıkarmak”la suçlandı.
Baldıran zehrini içerken, ölümden değil, cehaletin kalıcılığından korkuyordu.
Kendimi Sokrates yerine koyacak kadar çıldırmadım.
Ama kendimce;
Soruyorum.
Anlatıyorum.
Ve elbette rahatsız ediyorum.
Trollerin gürültüsüyle susturulmaya çalışılan hakikatin sesini duymaya devam ediyorum ve bunu sırtımda bir yük gibi taşıyıp sizlere pay ediyorum.
O yüzden bir kez daha tekrar ediyorum:
Lütfen haberleri tek kaynaktan almayın.
Yankı odalarında boğulmayın.
Farklı düşünceleri okuyun.
Size benzemeyeni dinleyin.
Kafayı açan değil, okşayan medyaya şüpheyle yaklaşın ve düşünmekten vazgeçmeyin.